18 Eylül 2010 Cumartesi

‘Hanımın Çiftliği’nde ‘mezar’ ve ‘mantık’ hatası!



Gelecekte yaşanacakların malum olduğu Serap’ın uyanmasıyla yeni sezona başlayan ‘Hanımın Çiftliği’nde, Muzaffer Bey’in ölümünün üstünden bir yıl geçmiş! Serap Hanım ve çiftlik sakinleri Muzaffer Bey’in mezarına gidiyor. Bakıyorsunuz herkes mezar başında ama burası Muzaffer Bey’in mezarı değil. Tek bir ağacın dikili olmadığı tepelik yerde, eski mezar taşlarıyla dolu alanda, yol kenarına gömülen Muzaffer Bey, anlaşılan bir yıllık süreçte ‘tebdil-i mekânda ferahlık vardır’ deyip mezarlık değişmiş! Çünkü yeni bölümde ziyarete gidilen mezarlıkta pek çok ulu ağaç ve modern yapılı mezarlar mevcut. Hadi Serap Hanım, kocasının mezar taşını yaptırdı, diyelim. Çevredeki mezarların sahipleri de ondan özenip, yemek parası bulamadıkları halde, mezarları yaptırmış olsunlar. Peki, onca ağaç nasıl birdenbire büyümüş? Yoksa o devrin Mezarlıklar Müdürlüğü, gelecekteki belediyecilerden atak davranıp, daha o zamandan köküyle yetişmiş ağaç mı ithal edip mezarlığa dikmiş? Ne o, ne bu… Belli ki, dizi ekibi Muzaffer Bey’i nereye gömdüğünü unutup Serap Hanım’ın şanına layık bir mezarlıkta karar kılmış!
Yeni yönetmeni Nisan Akman’la sezona başlayıp ‘Mezar hatası’ yapan ‘Hanımın Çiftliği’nde bir başka farklılık da, vekillik macerasına nokta koyduktan sonra boşta kalan, Avukat Orhan Bey’in saçlarında! Yeni sezonunda ‘saç bereketi’ yaşayan Kanal D’de, ‘Yaprak Dökümü’ndeki Mithat Bey’in ardından Orhan Bey de gür saçlı olmuş. Yeni imajıyla Serap Hanım’ı ayartmaya çalışan Orhan’ın bir günde avukatlığa soyunup mülklerin tamamının Muzaffer Bey’e tapulu olduğunu ortaya çıkartması olağanüstü! Karşı tarafın avukatının, davaya konu olan mülklerin tapu kayıtlarını incelemeden ve kimin üstüne olduğunu araştırmadan, miras davası açması da mantıkla bağdaşamayacak derecede saçma.
Hatalarla sezona başlayan ‘Hanımın Çiftliği’nde Kemal’le Güllü’nün yakınlaşmasının dışında en çarpıcı konuysa, ekonomik sorunlarla boğuşan halkı ve Nato uğruna Kore’ye asker gönderen siyasileriyle, ülke manzarasında hiçbir değişim olmaması!
Anibal Güleroğlu

17 Eylül 2010 Cuma

Kuzey Irak’tan İstanbul’a ‘Büyük Oyun’…


Düşmandan çok düşmana yardım eden hainlerdir, savaşta en büyük acıyı yaşatan! Yıllarca yanı başımızda yaşayıp dost görünenler, malımıza-mülkümüze besledikleri hasedi, vatanın bütününe göz dikenlerle el birlik edip açığa çıkartırlar. Büyük oyunların sahnelendiği bu kargaşa ortamında, birbirine karışır dostla düşman ve ne yazık ki günahsızlar olur hep savrulan…
Amerikan işgaliyle daha büyük felaketlere sahne olan Irak’ta, bir Türkmen köyü uykudayken baskına uğrar. Ailesi, sahte ihbarlarla saldırıya geçen Amerikan askerleri tarafından katledilen Cennet, çaresiz Kerkük’teki ağabeyini bulmak için yola koyulur. Taşların bağlanıp köpeklerin salıverildiği bir ortamda yolunu bulmaya çalışan Cennet, pek çok badirelerle karşılaşır. Kaçakçıların elinden kurtulmak için kendini sulara bırakan Türkmen kızı bu kez de, dini bir silah gibi kullananların kucağına düşecektir…
Çaresizliğin zavallılaştırdığı insanların, amaçlara erişmek için basamak olarak kullanılmasını yansıtmaya çalışan BÜYÜK OYUN, dünya prömiyerini Montreal Film Festivali’nde gerçekleştirmiş. San Francisco Tiburon ve Los Angeles Güney Avrupa Film Festivallerinde ‘En İyi Film’ ödülü alan BÜYÜK OYUN, Ankara Film Festivalinde de ödülleri toplamış! Kazakistan’daki Astana Avrasya Film Festivali’nin programından ‘terör konusunu işlediği için’ çıkartılması istenen film Adana Altın Koza Film Festivali’nde de yarışacak. Eğitimini ABD’de alan Atıl İnaç’ın ikinci uzun metraj filmi olan BÜYÜK OYUN’un çekimleri, Kuzey Irak’ta Erbil ve Musul çevresinden başlayıp Adıyaman ve Şanlı Urfa’nın ardından İstanbul’da tamamlanmış. Çetin doğa şartlarıyla uğraşmak zorunda kalan film ekibi, Amerikan askeri helikopterlerinin Irak’taki seti ablukaya almasıyla da korkulu dakikalar yaşamış!
BÜYÜK OYUN, Amerika ve Kanada’da, Oscar ödüllü ‘The Hurt Locker’ filmine karşıt bakışlı bir yapım olarak izleyiciye tanıtılsa da aslında Amerika’nın büyük oyununun bir parçası! ‘İyi polis-kötü polis’ taktiğini, kendi menfaati doğrultusunda ayarlamaya çalıştığı dünya düzeninde de uygulayan Amerika, bir yandan ‘barış’ gerekçesiyle işgal ettiği Kuzey Irak’taki etnik kimlikleri birbirine düşürüp kendisi için tehlikeli gördüğü Türkmenleri kırdırırken, bir yandan da kumandasını elinde tuttuğu terörün kaynağını İslam olarak yansıtıp düşmanlık yaratmakta! BÜYÜK OYUN, Türkmenlerin ve Kuzey Irak’ın sorunlarından ziyade, dinle beyinlerin yıkanması konusunu vurgulamakta!
‘Burası Türkiye, Türkçe konuş’ denilen filmde, bunu diyenlerin Türkçe konuşmaması ve şivelerin bir bozulup bir düzelmesi dikkat çekici! Bu ayrıntının yanı sıra asıl vurucu nokta, kaçakların Silopi’den Türkiye’ye çok rahat giriş yapması. Gerginliğin oldukça fazla olduğu Kuzey Irak sınırında hiçbir askeri kuvvetle karşılaşılmaması düşündürücü! İstanbul’daki ‘Kartal Yuvası’nda yaşanan patlamaysa, ABD’nin dünya nezdinde yaratmaya çalıştığı masum ve mağdur imajı için oldukça yerinde bir sahne.
Türkmenler üzerinden başlayıp Türkiye’ye uzanan dramatik bir süreci anlatan BÜYÜK OYUN, yarattığı canavardan utanıp onu reddetme telaşındaki BÜYÜK AKTÖR’ün, zalimle mazlum rolünü aynı anda sergilemesinin bir örneği! Anlatmak bizden, izlerken sorgulayıp yorumlamak sizden…
Anibal Güleroğlu

10 Eylül 2010 Cuma

‘Paramparça’, hataların bileşkesi…


Hayatta öyle zaman olur ki, ikinci bir şans asla bulunmaz! O noktada pişmanlık da fayda vermez. Bir heves uğruna öyküleri ‘Paramparça’ eden, kendini de parçaladığını er geç anlar.
Ülkemizin acı gerçeklerinden olan ‘kan davası’nı işleyen PARAMPARÇA, devlet için çalışırken kiralık katile dönüşen ve Ramiz Dayı gibi ‘Kardeş’ diye hitap eden Kemal’in, ailesinin intikamı için kendisiyle görüşen Uğur’un teklifini kabul etmesiyle başlattığı süreci anlatmakta. Gözden çıkarılanın kolayca harcanabileceği bir düzene dikkat çeken PARAMPARÇA, kan davasının sebep olduğu aile parçalanmalarını konu ederken, aynı zamanda devlet nezdinde ‘zararlı’ durumuna düşen ‘eskiler’in durumuna da değinmekte!
‘Tek Türkiye’de Dr. Tarık rolüyle karşımıza çıkan Ozan Çobanoğlu PARAMPARÇA’nın hem senaryosuna hem de yapımcılığına imza atmış! ‘Gösterime girdiğinde, kusursuz bir film izlettirmek için elimizden gelen ne varsa yapmış olacağız’ diyen Çobanoğlu, Konya Devlet Tiyatrosu bünyesinde yer almasından dolayı olsa gerek, mekân olarak da Konya’yı seçmiş. İşlediği konuyla, Doğu’nun töresini Konya’ya taşıyan Çobanoğlu, yaptığı bir söyleşide ‘Avatar’ın başrol oyuncusunun adını çoğu kişinin bilmediğini belirtip ‘Sinemada iyi olmak popüler olmakla özdeşleşemez’ demiş! Filminin izleyiciyi sarsacağına emin olan ve insanların bir buçuk saatlerini boş yere alıp hak yemek istemeyen yapımcı-senarist, izlenen filmin küçük de olsa bir iz bırakması gerektiği görüşünde.
Bu açıklamalara karşın, kusursuzluk isteğiyle yaratılan film ne yazık ki, hatalar ve anlamsızlıklarla iz bırakmanın ötesine geçemiyor! Polisin müdahil olmadığı filmde, Ömer vurularak öldürülen kardeşini gömecek. Cinayeti örtbas eden polis abinin, delik deşik bedenin yıkanmadan gömülemeyeceğini Ömer’le tartışmasının saçmalığını düşünürken, bir bakıyorsunuz yerdeki ölünün karnı hareket ediyor. Gözlerinize inanamayıp bir daha bakıyorsunuz. Hayır, yanlış görmediniz: ÖLÜ NEFES ALIYOR! Diyelim, oyuncu o an nefesini tutamadı. Peki, yönetmen de mi göremedi? Çekimlerde gözden kaçan bu ayrıntı montajda niye fark edilemedi? Canlandırmaların rahatsız edici olduğu ve ölünün nefes aldığı filmde, mantıksızlık da diz boyu! Çok küçükken annesiyle kaçıp Konya’ya yerleşen adam, 30 yıl sonra hiç tanımadığı kanlısını nasıl bulur? Buldu diyelim, oğlanın ailesine de verdiği kartpostal resmi onda ne arar? Yoksa Eren, çekindiği resmi herkese dağıtan biri mi? İntikam için gelen Ömer’in koca şehirde Uğur’u yakalayıp, Parkinson hastalığından titreyen eliyle alnının ortasından vurmasıysa ayrı bir hüner. Benzeri ayrıntıları çoğaltarak sıralamak mümkün ancak yerim yetmez!
Sosyal içeriği ve ilgi çekici başlangıcı hatalarla gölgelenen PARAMPARÇA, kalite bir yana bırakılıp, Türk Sineması’nı teşvik için izlenebilir. Az bütçeyle çok iş yapmak isteyenlere son söz ise, ‘Bildiğinin en iyisini yapmak zorundasın’ olacaktır!
Anibal Güleroğlu

‘Adele’nin Olağanüstü Maceraları’ iğneli komedi!



Japonların çizgi film serisi yapmak için peşinden koştukları ‘Adele’nin Olağanüstü Maceraları’, uzun uğraşlar sonucu yaratıcı Jacques Tardi’yi ikna eden, Luc Besson tarafından nihayet film haline getirildi.
Çizgi olmaktan kurtulup kana-cana bürünen Adele, bitkisel hayat süren kız kardeşini iyileştirmek için, Firavun’un doktorundan medet uman bir garip yazar! Onu bulmak için Mısır’a giden bu başına buyruk, kural tanımaz ve korku bilmez kadın, Paris’teki evine döndüğünde, kendisi kadar çılgın bir profesörün zihin gücüyle canlandırdığı pterodactyl türü uçan dinozorun şehirde dehşet saçtığını öğrenir. Fantastik olayların yaşandığı hikâyede, bu etobur canavarı sevgi ve otorite karışımıyla yola getirip hükmetmeyi başaran Adele kız kardeşine yardım etmeyi başarabilecek midir? Sürekli yeşil giyen, kızıl saçlı kahramanımız tabii ki, her işte olduğu gibi, soğukkanlı ve kendinden emin duruşuyla bu sorunun da üstesinden gelerek, peşindeki düşmanlarıyla birlikte yeni maceralara doğru yol alacaktır…
Eserin yazarı, 1970’lerde TRT’de de yayınlanan ‘Arsen Lüpen’ dizisinin devamı gibi hazırladığı yapımda, o yılların kadın modelinden farklı olarak, yaşamak için çalışan modern ve cesur bir tip yaratmak istemiş! Tardi, her ne kadar siyasi bir mesaj vermeyi düşünmediğini söylese de, aslında yapımın içeriği oldukça manalı mesajlar taşımakta. Gazete haberlerini ‘abartı’ olarak görüp kendi sırça köşklerinde yaşamayı sürdüren siyasetçiler, verilen vazifeyi astlarına devredip işin kaymağını yiyen üstler ve hapishanede bile güvenliği sağlayamayan kötü polislerin sadece günümüzde değil, 1912 Paris’inde de mevcut olduğunu vurgulamakta!
Çizgi halindeki özgünlüğünü yansıtamasa da oldukça başarılı sayılan ‘Adele’nin Olağanüstü Maceraları’, kısa bir süre önce gösterime giren ‘Ölümsüz’, ‘Paris’ten Sevgilerle’ gibi filmlerde de imzası olan Luc Besson’ın yaratıcılığında farklı bir boyuta taşınmış. Fransız polisinin komik yüzünü, ‘Elveda Rumeli’deki ‘Ispanak Namık’ gibi gerdan sarkıtan müfettişiyle gösteren yönetmen, filmde güldürürken iğnelemiş! Gişede iyi bir sonuç bekleyen bu yapımın dizi olarak devam edeceğini şimdiden söylemek mümkün. Düşmanlarını bile kendisine hayran bırakan, erkeklerin hâkimiyetindeki macera dünyasında bir çığır açan Adele’in mantık üstü serüvenini izlerken yüzlerden gülümsemenin eksik olmayacağı da kesin! Her ne kadar Adele, fazlaca soğuk bir yüz ifadesiyle ortalıkta dolaşsa da…
Anibal Güleroğlu

3 Eylül 2010 Cuma

‘Machete’ öldürmeye devam ediyor…


Daha iyi bir yaşam hayaliyle yola çıkanların en büyük engeli sınırlardır! Onlar bunu aşmak için ölümü bile göze alırken, sınırın öte yanındakiler de huzuru ve bütünlüğü korumaya çalışır. İki tarafın piyon olduğu bu mücadeleden kârlı çıkanlarsa, insanları sömürerek varlıklarını sürdüren politikacılar ve yasadışı paranın patronlarıdır!
Sınırını özel kuvvetlere ve uyuşturucu tacirlerine oyuncak etmiş bir idarenin başka ülke sınırlarındaki kışkırtmacılığını düşünerek izlediğim MACHETE, Teksas’ta yeniden seçilmek için Meksika’lı kaçak göçmenleri malzeme yapan bir senatöre ve bu hırsı uyuşturucu trafiğini düzenlemede kullananlara karşı savaşan bir efsanenin öyküsü…
ABD’nin Meksika sınırındaki ihlalleri konu alan film, Robert Rodriguez ve Quentin Tarantino’nun sıra dışılığının bir örneği! ‘Grindhouse’ filmindeki Machete karakterinden yola çıkarak hazırlanan yapımda Danny Trejo ön planda. Eskileri bir araya toplama modasına uyan MACHETE’de Robert De Niro ve Steven Segal rol alsa da asıl yük Trejo’da. Palasını konuşturmanın dışında suskun kalan Trejo, hantallığını yılların etkisiyle daha da artırmış olan Segal’i ve pasifliğiyle dikkat çeken De Niro’yu adeta eziyor. Moda olduğu üzere, aksiyonla komedinin iç içe geçtiği filmde eskinin ünlü TV dizisi ‘Miami Vice’ın yakışıklısı Don Johnson da boy gösteriyor.
Kaçak Meksikalılara uygulanan vahşeti anlatma çabasındaki MECHETE, her taşın altından iktidar ve para hırsının çıktığını vurgulamakta! Teksas’ı Meksika’ya kaptırmamak amacındaki milliyetçilerin ve onları kullanan politikacılarla, uyuşturucudan beslenenlerin yarattığı şeytan üçgeninde yitip giden hayatları aktaran yapım, aslında bir ikilemi de gündeme getiriyor. Devletin ‘hayalet’ olduğu sınırda, karşı karşıya gelen kaçakların yasadışı ağıyla onları işgalci olarak gören sınır koruyucular siyasetçilerin oyuncağı. Ancak insana ‘oy’ gözüyle bakanların ipi de ‘kara para’nın elinde.
İnsan haklarını hiçe sayanları sorgularken, şaha kalkan arabalara ve ilginç dövüş sahnelerine yer veren filmde, karakterler de düşündürücü ve garip! MACHETE’nin sağ bırakılışını, filmin devamı için hoş görürken sürekli topuklu ayakkabıyla gezinen Jessica Alba’nın neden bu tarzda ısrarcı olduğunu, ancak sivri topuğuyla adam öldürdüğünde anlıyoruz. Gözden topuk darbesiyle ölünürken, gözünden kurşunlanan Lindsay Lohan’ın ‘tek gözlü korsan’ olarak vuruşmasının izahıysa mümkün değil! Bu tarz komik sahnelerle şenlenen filmde, ambulanstan makineliyle inen mini etekli hemşirelerle, çıplak bedenine rahibe kıyafeti geçirip uyuşturucu taciri babasının intikamının peşine düşen uyuşturucu müptelası kız da evlere şenlik. Canlı adamın bağırsağının ip olarak kullanılmasıysa tam bir yaratıcılık!
‘Biz yapmazsak kim yapacak’ diyerek kötüleri öldüren, öldürmeye devam eden hatta izleyenleri de gülmekten öldüren MACHETE-USTURA, eğlenceli bir kara mizah…
Anibal Güleroğlu