22 Aralık 2011 Perşembe

ALMANYA bu hafta 90 DAKİKA ile buluşuyor

ALMANYA bu hafta 90 DAKİKA ile buluşuyor

Diaspora Ermenileri üzerinden ‘Dostluğu Hatırlamak’!

Diaspora Ermenileri üzerinden ‘Dostluğu Hatırlamak’!

‘Düşüncenin Görsel Dili: Sinema’ etkinliği…

‘Düşüncenin Görsel Dili: Sinema’ etkinliği…

Ünye de Fatsa arası ‘bi lokum’ tadında…

Ünye de Fatsa arası ‘bi lokum’ tadında…

Hayatımda Tiyatro’dan başka “B” şıkkım olmadı..

Hayatımda Tiyatro’dan başka “B” şıkkım olmadı..

Haftanın Filmleri

Haftanın Filmleri

‘Muhteşem Yüzyıl’la Açığa Çıkan Muhteşem İki Yüzlülük!

‘Muhteşem Yüzyıl’la Açığa Çıkan Muhteşem İki Yüzlülük!

15. Uçan Süpürge Festivali’ne başvurular başladı

15. Uçan Süpürge Festivali’ne başvurular başladı

Devamlı ‘Matineler’ …

Devamlı ‘Matineler’ …

COFACE KUMPANYA SUNAR: ‘THE DÜELLO’

COFACE KUMPANYA SUNAR: ‘THE DÜELLO’

Sanatçılar Kültür Merkezine Hayran Kaldı

Sanatçılar Kültür Merkezine Hayran Kaldı

21 Aralık 2011 Çarşamba

Altın Portakal’da Şiir Konuşulacak

KARA VAGON 38 DERSİM SÜRGÜNLERİ…


1937-1938 yılları arasında Dersim katliamında zorla sürgüne gönderilenleri konu alan “Kara Vagon” belgeselinin gösterimi, İstanbul Bilgi Üniversitesi Dolapdere Kampüsü’nde, 21 Aralık Çarşamba günü, saat 18.00’de gerçekleşecek.
“Kara Vagon/38 Dersim Sürgünleri” adlı belgesel, 1937-1938 yılları arasında Dersim’de yaşanmış büyük katliam ve beraberinde zoraki asimilasyona ve “Mecburi iskâna/zorunlu sürgüne” tabi tutularak yerlerinden edilen, tüm aile fertlerinin katledildiği bireylerin Türkiye’nin değişik illerine sürgünlerini, tarihsel dokümanlar eşliğinde, bir ibret sertifikası olarak tarihe bir dip not olarak sunuyor.Devamı...
http://www.sinematur.com/tanitim/kara-vagon-38-dersim-surgunleri

19 Aralık 2011 Pazartesi

ÖZDİL’İN DÜDÜKLERİ YENİ Mİ KEŞFEDİLDİ?

ÖZDİL’İN DÜDÜKLERİ YENİ Mİ KEŞFEDİLDİ?

‘AKBANK 8. Kısa Film Festivali’ jürüsü belirlendi!

‘AKBANK 8. Kısa Film Festivali’ jürüsü belirlendi!

BU GURUR ‘YUDUM’UN…

BU GURUR ‘YUDUM’UN…

Bahçeşehir, Bahçeşehir olalı böyle konser görmedi!

Bahçeşehir, Bahçeşehir olalı böyle konser görmedi!

‘Sanat Güncesi’ ünlü şair Edip Cansever’i anıyor…

‘Sanat Güncesi’ ünlü şair Edip Cansever’i anıyor…

ÖMÜR GEDİK KONSERİNE ÜNLÜ AKINI!

ÖMÜR GEDİK KONSERİNE ÜNLÜ AKINI!

Şehit aileleri ve gaziler için kültürel gezi!

Şehit aileleri ve gaziler için kültürel gezi!

Bu Pazar Kapalıcarşı’da Tarihi Bir Gün Yaşanacak!

Bu Pazar Kapalıcarşı’da Tarihi Bir Gün Yaşanacak!

‘KEŞANLI ALİ’ destan yazmaya devam ediyor!

‘KEŞANLI ALİ’ destan yazmaya devam ediyor!

MUSALLAT 2 LANET; Başay Okay’a musallat oldu!

MUSALLAT 2 LANET; Başay Okay’a musallat oldu!

‘İffet’e Taklit Yakışmıyor!

‘İffet’e Taklit Yakışmıyor!

Digiturk 19 Aralık

Digiturk 19 Aralık

3 Ekim 2011 Pazartesi

‘Bir Kadın Bir Erkek’ ve Bir İnsan Yorumu…

‘Bir Kadın Bir Erkek’ ve Bir İnsan Yorumu…
Hayatında en derin izi bırakan dizi hangisidir diye sorulacak olursa, hiç tereddütsüz vereceğim cevap ‘Bir Kadın Bir Erkek’ olacaktır. Bunun sebebi, ne üç sezondur başarıyla devam edip Türkiye’nin en çok izlenen sit-com’u olması, ne de benim beğenimle ilgili. Bu derin izin nedeni, doğrudan yazı hayatımda yarattığı değişiklikten kaynaklanmakta!
‘Un Gars Une Fille’ adıyla Kanada’da yayınlanmaya başlayan orijinal dizi, ‘Bir Kadın Bir Erkek’ adıyla, Digitürk Türk Max kanalından izleyiciye ‘Merhaba’ dediği günden bugüne yoğun ilgi görmekte. İlker Barış’ın senaryo editörlüğünü üstlendiği yapımda Demet Evgar ve Emre Karayel rollerini başarıyla canlandırmakta. Zeynep ve Ozan’ın, farklı mekânlarda yürüttükleri ilişkilerini, ayrılıkla evlilik arasındaki ikilemin bilinmezliğinde bırakıp tatile giren dizi, 19 Eylül Pazartesi günü 4’üncü sezonun başlangıcını yapacaktı. Biz de gayet masum bir yaklaşımla haberini yazmıştık. Hani ‘Ah keşke yazmaz olsaydık’ mi demeli… Yoksa ‘İyi ki yazdık, her şeyde vardır bir hayır’ mı? Bunu zaman gösterecek. Ancak bu fikir karmaşasına sebep olan yaklaşımın acımasızlığı var ki, işte asıl öfke yaratan mesele o!
Haftanın üç gecesi (Pazartesi, Çarşamba ve Cuma), saat 23.00’te yayınlanmaya başlayan ‘Bir Kadın Bir Erkek’, ada bakıp değerlendirme önyargılarıyla yaşayan beyinler tarafından, muzır olarak algılanabilir. İzleyenler bilir, bu dizide öyle ‘fafenk’, ‘fan fin fon’ gibi kastettiğini gizleyen uyduruk kelimeler yerine ‘sevişme’ sözcüğünü kullanmanın veya üç beş masum sarılma sahnesinin dışında bir edepsizlik olmadığını! İnanmayanlar ve diziyi tanımayanlar, sözlerimin doğruluğunu http://www.sinema.com/film/1-kadin-1-erkek---bolum-25---yatak/125334 gibi sitelerden izleyip bizzat kavrayabilir. Art niyetsiz yaklaşanlar da çok rahat görür, ‘Yahşi Cazibe’ veya eskinin ‘Türk Malı’ şimdinin ‘Âlemin Kralı’ndaki kahramanların akıllarını sürekli yatak olayı ve fantezilerle bozduğunu! Söylemlerinde farklı kelimeler kullanıp niyetleri kamufle eden bu yapımların yanı sıra ‘Kuzey Güney’ gibi erkek bedenini öne çıkartanları da unutmamak lazım. Tecavüz sahneleri barındıranlaraysa hiç girmiyorum. Velhasıl, cinselliğin türlü kullanımı herkese açık kanallarda oynayan dizilerin genelinde boy göstermekte... Beğenilsin ya da beğenilmesin çağın getirisi bunlar. Dolayısıyla her çekilen diziyi ya da vizyona giren filmi, bütününe ve işlenişine bakmadan, sadece birkaç sahnesiyle körü körüne kötülemenin eleştirmenlikle ve ötesinde vicdanla bağdaşır tarafı olamaz. Tabii, zihinsel problemleriniz yoksa!
Hal böyleyken, ‘Asansör sahnesi’ gibi ahlaksızlıkla uzak yakın ilgisi bulunmayan ‘Bir Kadın Bir Erkek’ dizisiyle ilgili sanal ortamda abartılan haberlere bakıp hezeyana kapılan ve bunları asıl niyetlerini açığa vurmada alet olarak kullanan beyinlerin mevcudiyeti hala sürmekte. Biz de, bu tür yaklaşıma kurban gidenlerdeniz. Dizinin tanıtımını yaptığımız için, ‘çizgiyi aşan’ olarak yorumlanıp dışlananlardanız. Hani siyasi görüşlerin kurum çizgisiyle uyuşmadığına çok şahit olduk da, sanat bakışının çakışmasından dolayı emek kıyımı yapılabileceğini ilk kez(yaşayarak) öğrendik. Olaylara ve insanlara samimiyetle yaklaştığımızdan, tek kuruş menfaat peşine düşmediğimizden olsa gerek yüreğimiz ‘köpek yavrusu’ muamelesini hiç anlayamadı. Mantık gözümüzün kavrayıp kabullenmesine zaten imkân yok! Maalesef, tüm kararların tek kişinin diktatoryasında alındığı kurumlarda uygulama böyle. Neyse, ‘Her şerde bir hayır vardır’ diyen büyüklerimizin özlü sözleriyle yapılan haksızlıkları yorumlama yoluna gitmek en doğrusu. Ama bazen düşünüyorum da, adamlığın sudan ucuz olduğu günümüzde, şerler arttıkça hayırlara daha az yer kalıyor. Yine de iyimser bakmak lazım olaylara. Çevremizdekilerden umut kesmemek ve ruhlarımızı öldürmemek adına buna mecburuz çünkü. Kötülüklerin anasının, emeğe saygısız örümceklenmiş beyinlerde gizli olduğunu unutmamak şartıyla… Teşekkürler, ‘Bir Kadın Bir Erkek’… Tanımadığım insan yüzlerini tanımamı sağladığınız için!
Anibal Güleroğlu

Tarık Akan, Aytaç Arman ve Tuncel Kurtiz Altın Portakal’ı “SES”leriyle paylaşacak mı?

48. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali kapsamında; 1979 yılında sansüre karşı tepki, 1980’de 12 Eylül askeri darbesi nedeniyle verilemeyen ödüller, “Geç Gelen Altın Portakal Ödülleri” başlığıyla sahiplerine veriliyor. 1980 yılı En İyi Erkek Oyuncu ödülüne layık görülen Tarık Akan ve Aytaç Arman ile, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülünü kazanan Tuncel Kurtiz’in ödüllerini, filmlerde kendilerine sesleriyle hayat veren Mustafa Alabora, Esen Günay ve Kamuran Usluer ile paylaşıp paylaşmayacakları ise merak konusu.

“Geç Gelen Altın Portakal Ödülleri” kapsamında, her ikisinin de yönetmenliği Zeki Ökten’e, senaryosu Yılmaz Güney’e ait “Sürü” ve “Düşman” filmlerinin erkek oyuncuları ödüle layık görüldü. “Sürü” filminin yanı sıra “Adak” filmindeki performansıyla Tarık Akan ve “Düşman” filmindeki oyunculuğuyla Aytaç Arman; 1980 Altın Portakal En İyi Erkek Oyuncu ödülünü paylaşıyorlar. Ayrıca, Tuncel Kurtiz ise, yine “Sürü” filmiyle 1980 Altın Portakal En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülüne layık görüldü.


Robert De Niro’yu Al Pacino seslendirseydi, Oscar alabilir miydi?

“Düşman” filminde Aytaç Arman’a ünlü oyuncu Mustafa Alabora; “Sürü” filminde ise Tarık Akan’a Esen Günay, Tuncel Kurtiz’e Kamuran Usluer sesleriyle hayat veriyorlar. Dünya genelinde; filmlerde anadilinde, başkasının sesiyle rol alan oyuncular yapımcılar tarafından kabul görmüyor ve oyunculukla ses aynı derecede önemli görülüyor.
Bu bağlamda, Robert De Niro’yu Al Pacino veya başka bir aktör seslendirse büyük ihtimalle Oscar alması mümkün olamazdı. Bizdeyse, oyuncu yetersizliğinden ya da kolaycılığından dublaj yönteminin sıkça kullanılması gayet doğal karşılanmakta ve en az oyuncu kadar filmin başarısında etkili olan seslendirme sanatçıları arka plana itilmekte. Kamera önündekiler en iyi seçilirken onlara hayat verenler unutulmakta. Bakalım bu vefasızlık alışkanlığı 1980 Altın Portakal En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödüllerine layık görülenler tarafından yıkılacak mı?

Anibal Güleroğlu

Altın Portakal’da Özel Gösterimler...

48. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde, ulusal ve uluslararası alandan seçilmiş altı filmin özel gösterimi yapılacak.

Antalya Büyükşehir Belediyesi ve Antalya Kültür Sanat Vakfı (AKSAV) tarafından 8-14 Ekim tarihleri arasında düzenlenecek olan 48. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali programı kapsamında yer alan “Özel Gösterimler”in ardından, film ekiplerinin katılımıyla gala ve söyleşiler gerçekleşecek.

Lazar Ristovski Altın Portakal’da...

Ünlü Sırp yönetmen Lazar Ristovski özel gösterim kapsamına alınan “Ak Aslanlar - Whıte Lıons” filmi için Antalya’ya gelecek. Emir Kusturica’nın ödüllü filmi “Underground”dan tanıdığımız Lazar Ristovski, filmin gösteriminin ardından izleyicilerle sohbet edecek. Ristovski, Akdeniz Üniversitesi öğrencileriyle atölye çalışması da gerçekleştirecek.

“Özel Gösterimler” programı kapsamında gösterimi yapılacak yabancı filmler arasında “Ak Aslanlar”la birlikte:

Michel Hazanavicius’un yönettiği, başrolünde bu yılın Cannes Film Festivali’nde “En İyi Erkek Oyuncu” seçilen Jean Dujardin’in yer aldığı “Artist – Artist”;

Cary Joji Fukunaga’nın yönettiği 2011 İngiltere yapımı “Jane Eyre – Jane Eyre” adlı filmler de yer almakta.

Orhan Kemal’in aynı adlı romanından uyarlanan, yönetmenliğini Murat Saraçoğlu’nun yaptığı; başrollerinde Yavuz Bingöl, Hülya Avşar ve Kerem Alışık’ın yer aldığı “72. Koğuş”; yönetmenliğini Caner Erzincan’ın yaptığı “Mar” ve yönetmenliğini Cemal Yıldırım’ın yaptığı “Anahtar” filmleriyse, “Özel Gösterimler” bölümünün Türk yapımları.

“Özel Gösterim” filmleri, 9 Ekim’den itibaren Özdilek AVM’de sinemaseverlerle buluşacak. Film gösterimlerinin ardından film ekibinin katılımıyla söyleşiler gerçekleştirilecek.

Özel Gösterim Filmleri


72. KOĞUŞ 2010, Türkiye, 104’
Yönetmen: Murat Saraçoğlu
Senaryo: Ayfer Tunç (Bu Filmin Senaryosu Orhan Kemal’in 72. Koğuş Adlı Romanından Uyarlanmıştır.)
Görüntü Yönetmeni: Demian Barba
Kurgu: Mustafa Preşeva
Müzik: Yavuz Bingöl, Fırat Yükselir.
Sanat Yönetmeni: Mustafa Ziya Ülkenciler
Yapımcı: Yavuz Bingöl, Kerem Alışık.
Yapım: Sasin Film
Oyuncular: Yavuz Bingöl, Hülya Avşar, Songül Öden, Kerem Alışık, Ahmet Mekin, Volga Sorgu, Ayça Damgacı, Fuat Onan, Yıldırım Gücük, Ömer Duran, Devrim Saltoğlu, Civan Canova, Nursel Köse, Osman Albayrak, Deniz Oral, Gülsüm Kamu, Hüseyin İlker.

Özet:
Orhan Kemal'in başyapıtı “72. Koğuş” insan onurunun düşebileceği en dipsiz kuyunun öyküsüdür... 1940'lı yıllar, II. Dünya Savaşı'nın etkisindeki Türkiye'nin kıtlık yılları. Cezaevinin 72 no’lu koğuşunda çeşitli suçlardan yatan Adembabalar... İnsan insanın kurdudur dercesine, acıları, insanlığa özlemi, hayata dair düşleri, onuru, aşkları ve kavgaları içerisinde dipsiz bir çukurun içini görüyoruz. En yakınını üç kuruşa satabilecek kadar alçalmışların ve üç kuruşunu sonuna kadar paylaşabilenlerin dünyasıdır bu çukur. 72. Koğuş bir insanlık dramıdır ve kaybettiğimiz değerleri bir tokat gibi yüzümüze vurur.


YILAN – MAR 2011Türkiye,100’
Yönetmen: Caner Erzincan
Senaryo: Caner Erzincan
Görüntü Yönetmeni: Candan Murat Özcan
Kurgu: Erkan Tekemen
Müzik: İlbeği Can Erzincan
Sanat Yönetmeni: Meral Aktan, Dicle Keskin, Erhan Alabaş.
Yapımcı: Caner Erzincan, Mehmet Ali Arslan.
Oyuncular: Volga Sorgu, Yılmaz Şerif, Raşit Saraç, Begüm Kütük, Mahmut Gökgöz, Güray Kip, Yıldırım Şimşek.

ÖZET:
"Sınır" da bir aile… Üç erkek… Güven; salyangoz toplayıcısı, gözü abisinin yürüdüğü yollarda, o da bir yılan avcısı olabilecek mi? Yılmaz; yılan avcısı, babasının ayak izlerini takip ediyor, o da bir kaçakçı olabilecek mi? Hacı Halil; Onun için yürünecek yol kalmamıştır artık. O yollarda bir bacağını kaybetmiştir. Gözü son bir yolda, son bir yolculukta, bu yolu geçebilecek mi? Senaryo; taşrada yaşayan bu üç erkeğin; (çocuk- ergen- yaşlı) fotoğrafını çekmeye çalışıyor.Üçü de yalnızdır ve bu ıssızlığı kapatacak bir sevgi-kadın arayışı içindedir.. Üçü de bu eksikliği tamamlamak için çırpınıp durur. Ama buralarda hırçın olan yalnız doğa değildir... Küçük bir yerde, küçük düşler görmeye çalışan bu insanlar için de hayat her an hırçınlaşabilir.


ANAHTAR, 2011, Türkiye - K.K.T.C. 105’
Yönetmen: Cemal Yıldırım
Senaryo: Ferhat Atik (Bu Filmin Senaryosu Ferhat Atik’in Sonbahar (2006-Roman) İsimli Romanından Uyarlanmıştır.)
Görüntü Yönetmeni: Fuat Sözen
Kurgu: Cemal Yıldırım
Müzik: Aysun Kahraman
Yapımcı: Ferhat Atik, Gökmen Yıldırım, Mesut Yalvaç.
Yapım Preguel Production, Blue Platform Production.
Oyuncular: Hatice Tezcan, Cihan Tarıman, Hüseyin Ağlamaz, Barış Refikoğlu, Barış Burcu, Fevzi Tanpınar, Rıza Şen.

ÖZET:
Anahtar filmi konusuyla, yetmişli yılların ikinci yarısında Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşanan gerçek bir öyküyü bugünde kurgulamaktadır. Film 2010 yılının Ocak ayında İngiltere’nin başkenti Londra’da, şehrin derinliklerine gizlenmiş sessiz bir sokakta başlar. Başrol karakterlerinden biri olan Selim, arkadaşı Necati’nin Kıbrıs’tan getirdiği bir haberle Kıbrıs’a döner. Gerek dönüşü esnasında gerekse döndükten sonra Selim sık sık geçmişi hatırlamaktadır. Bir yıl önce sevgilisi Ümran ile birlikte karıştıkları bir cinayet olayı Selim’in her an aklındadır. Buna rağmen bir an evvel sevgilisine kavuşmak ister. Selim elindeki anahtar ile sevgilisinin evine girer. Ümran evde yoktur. Selim Ümran’ı beklemektedir. Ancak Ümran yalnız gelmez. Ümran’ın yalnız gelmemesi ile Selim kendini bambaşka olayların içinde bulacaktır. Selim, kötü bir çocukluk geçirmiş, çocukluğunda da bir cinayete tanık olmuş bir delikanlıdır. Ümran ise Selim’i kendisine âşık eden, çekici, güzel ve zeki bir kadındır. Selim uzun süre yanında çalıştığı ve baba gibi gördüğü Yavuz isminde bir kitapçı ile onun kadim dostu olan anahtarcı Münir’le zaman geçiren ve onlardan aldığı öğütlerle yaşayan bir kişidir. Ümran ile tanışmasının ardından başına olmadık şeyler gelir ve bir cinayete karışır. Hayatı bu cinayetle değişecek ve filmin akışında izleyiciyi defalarca şaşırtan süreçler yaşanacaktır. Filmin izleyiciyi ardı ardına heyecanlandıran sahneleri yanında, son ana kadar defalarca şaşırtan bir finali bulunmaktadır.

AK ASLANLAR / WHITE LIONS, 2011 Sırbistan 35mm / 93’
Yönetmen: Lazar Ristovski
Oyuncular: Lazar Ristovski, Gordon Kicic, Hristina Popovic, Vuk Kostic, Zorica Jovanovic, Luka Jovanovic, Mirjana Banjac, Nikola Simic, Aleksandar Filimonovic

Dile, 6 yıldır çalıştığı fabrikadan parasını alamamaktadır. Oğlu Gruja işsizdir, sevgilisi eski bir opera şarkıcısı olan Bela ile film çekerek ve evlerde arya söyleyerek geçimini sağlamaktadır. Bir gün Dile, Gruja ve Bela zengin çocuklardan altın ve elmas çalmaya karar verirler...



ARTİST / THE ARTIST, 2010 Fransa, 35mm / 100’
Yönetmen: Michel Hazanavicius
Oyuncular: Jean Dujardin, Bérénice Bejo, John Goodman,James Cromwell, Penelope Ann Miller, Missi Pyle
Hollywood, sene 1927… Erişilmez karizmasıyla George Valentin hem izleyicilerin hem yapımcıların göz bebeği. Ancak sinemada ses kullanılmaya başlanınca bir gecede gözden düşüyor. Yanında bitiveren gencecik oyuncu adayı Peppy Miller'ın gözüyse yükseklerdedir… 2011 Cannes Film Festivali’nde George Valentin rolündeki etkileyici performansı Jean Dujardin’e En İyi Erkek Oyuncu ödülünü getirdi.

JANE EYRE / JANE EYRE, 2011 ingiltere, 35mm / 115’
Yönetmen: Cary Joji Fukunaga
Oyuncular: Mia Wasikowska, Michael Fassbender, Judi Dench, Jamie Bell
On yaşında öksüz kalan, babasını da öldü bilen Jane Eyre, kendisine köle gibi davranan halası tarafından yoksul kızların gittiği katı disiplinli bir yatılı okula gönderilir. On yıl kadar kaldığı bu okula sonunda öğretmen olur. Bir süre sonra da Edward Rochester’ın malikânesinde mürebbiyelik yapmaya başlar. Jane, giderek hayal bile edemeyeceği zorluklar ve acılar yaşayacak, beş parasız ve evsiz barksız kalacak, erkeklerin egemenliğindeki bir dünyada bir kadının tek başına ayakta kalabileceğini kanıtlamak için savaşacaktır...

Anibal Güleroğlu

1 Ekim 2011 Cumartesi

‘Paris’te Gece Yarısı’ masalsı bir tatmin arayışı…


Geçmişe özlem, insanoğlunun vazgeçilmez seremonisi! Dünün bugünden güzel olduğu söylemleriyle anın değerini yakalayamayanlar için, hasreti çekilen bir ‘Altın Çağ’ hep mevcut. Birileri, kullanmaktan vazgeçemeyeceği teknolojik gelişmelerin yan etkilerinden şikayetçi olup 1920’lerin dünyasına kaçmak ister. Bir diğeri, 1880’lerde Fransa’da yaşanan La Belle Epoque yansımalarıyla güzellikleri öne çıkartıp, kadının ve yaşamın keyfini sürmekten yanadır. Bazıları içinse gerçek ‘Altın Çağ’, Rönesans’ın yeniden doğuş heyecanında gizlidir. Bu zincirleme doyumsuzluk sürecinde, hayal gücü olmayan jenerasyonların eskiyi arayışı sürer gider… Ta ki, elde olanın değerini gösteren bir şimşek çakana kadar! Tıpkı PARİS’TE GECE YARISI çıkılan yolculukta olduğu gibi.
‘Eğer benim filmim bir kişiyi daha miskin yaparsa, işimi yapmış olduğumu hissedeceğim’ demiş Woody Allen! Miskinliğin insan ruhundan kaynaklandığını düşünmeden… Komedi türünü, kendine has ince vurgulamalarla yeniden yapılandıran ‘auteur’ yönetmen, her filminde bireysel ve toplumsal zayıflıkları acımasızca iğneleyen; itiraf edilemeyen korkuları espri cambazlığıyla yorumlayan bir usta gibi görünse de aslında insan zaaflarını ve onlardan faydalanmayı çok iyi bilen pervasız bir sinema dehası. Televizyon yazarlığından, yeni bir komedi anlayışı yarattığı Oscar ödüllü ‘Annie Hall’ filmine uzanan kariyerinde değişken ruh haliyle ilerleyen Allen, sonraki yıllarda söylem tarzını geliştirip yapımlarının seyircinin itibarına yönelik olmadığı imajını çizmeye başladı. Özel hayatındaki taciz ithamlarıyla da sansasyon yaratan Allen, her ne kadar üstüne yapıştırdığı farklı ve umursamaz kimliğiyle sinema dünyasında öne çıkmaya odaklansa da, kamufle ettiği üstün olma kompleksi her zaman bir şekilde yapımlarında kendini hissettirdi.
Zekayı, komedyen sunumlu tevazu kurnazlığıyla birleştirip pazarlama becerisi sergileyen Allen’ın bu özelliğinin yanı sıra Ingmar Bergman’ın eserlerinden bolca esinlenişi de dikkat çekici. Kimi yapımlarında konu işleyiş tarzıyla Federico Fellini ve Rus yazar Chekov’a da benzetilen Allen, son filmi PARİS’TE GECE YARISI ile sinemada sıkça ele alınan geçmişe yolculuk konusunu tekrarlamakta. Farklı bir boyut kazandırdığı bu basit konuya Paris reklamını da sokuşturmayı ihmal etmeyen yönetmen, ilk yıllarında ortaya çıkarttığı ‘Sleeper’ filmindeki gibi zaman atlamalarıyla gerçekleştirdiği yapımında, ucuz Hollywood senaryoları yazmanın kıskacında sıkışıp kalan Amerikalı yazar Gil Pender ile nişanlısının Paris ziyaretinde yaşananları öykülemekte. Turizm amaçlı slaytlar gibi geniş açıdan yansıtılan Paris sokakları, bu tanıtım açılışının ardından yaşamın ince detaylarıyla karşımıza çıkartılmış. ‘Yağmur’la vurgulanan romantizm, Bulvar cafelerinin ve parkların gündoğumundan günbatımına akan düzenini gösteren sahneler Paris övgüsünün doruk yaptığı anlar. Bu şehrin herkesin özlem duyduğu yaşanası yer olduğunu, arka sokakların ve hayatın çirkin gerçeklerine inmeden vermeyi tercih eden Allen, yazar Gil karakteri üzerinden 1920’lerin Paris’ine nostaljik bir tur düzenlemekte. Paris’i Baverley Hills’ten üstün tutan bu övgü sağanağında, Paris ‘bitmek bilmeyen bir şenlik’ olarak tasvir edilmekte. Yönetmen, öykünün anlatımında, daima yaptığı gibi, ruhunu eğlendirmeyi ön planda tutar görünse de, kendini aşağılama çaresizliğinden ölüm gerçeğine kadar pek çok konuda saptamalarla iç dünyasına dönük bir hesaplaşma yapmakta!
Fransızca isimleri, orijinal aksanlarını vurgulayarak vermeye özen gösteren senaryoda Bohem hayatı için gerekli olan ayrıntılar, tavan arasında bir ev ve tüberküloz olarak sıralanırken yeni nesle, geçmişle ilgili kalıp bilgi verilmekte. Günümüz çarpıklıklarıyla baş edemeyenlerin asit yağmuru, televizyon gibi olgulara takılı kalmasını esprilerle yadırgayan söylem, cesur ve doğru insanın herşeyle yüz yüze gelebileceği ve mutluluğu yakalayacağı fikri üstüne kurulu. ‘Acayip bir film ama adı aklımda değil’ repliğiyle, üstünkörü film izleyen seyirciyi hedefleyen Allen, ‘çay partisi cumhuriyetçileri’ saptamasıyla da Amerikan yönetimine oklarını yöneltmekte. Ölümün herkese uğrayacağını ama gerçekten dolu yaşayanların bundan etkilenmeyeceğini, ilerleyen yaşının getirisi olarak yansıtan Allen’ın oklarından Amerikan halkının çoğunun bağımlısı olduğu ‘Valium’u da nasiplenmekte. Zihinleri uyuşturarak yaşamın gerçekleriyle yüzleşmeyi engelleyen bu mucize icat ‘geleceğin ilacı’ olarak sunulurken amaç, toplumsal bağımlılığın boyutuna dikkat çekmek! Hizmetçilerin potansiyel hırsız olarak algılanma hatasına ve ‘kopyala yapıştır’ hikayelerle başarıyı yakalayanlara taş vurmayı ihmal etmeyen Allen, Versay’da kaybolan dedektif esprisiyle de basit komediyi örneklemekte.
Gergedanlara takmış Dali’den, dondurulmuş hayvanlarla süslenmiş mekandaki sürrealist düğününe kadar, tarihe mal olmuş isimlerle birlikte çağlar arası bir gece yarısı yolculuğu yaşatan PARİS’TE GECE YARISI, mevcutla tatmin olmak için kafadaki yanılsamalardan kurtulmak gerektiği gerçeğinden yola çıkıp aralarda, Paris’in her devirde güzel olduğunu fısıldamayı ihmal etmeyen bir yapım. Başarılı karakter canlandırmaları ve mükemmel kurgusuyla masalsı bir serüven yaşatan filmin izlenmemesi, özellikle sinemada kalite arayanlar adına kayıp olur.
Anibal Güleroğlu

Hayallerle gerçek arasına sıkışan ‘Korku Evi’…


Geçmişten gelen kötülüklerle geliştirilen öyküler, senaristlerin ana malzemesi. Bilinmezin yarattığı gerilim duygusuna odaklanıp çekici hale getirilen yapımlar, iyi işlendiği takdirde izleyiciye cazip gelmekte. Orijinal adı ‘Dream House’ olan ve senaryosu David Loucka tarafından kaleme alınan KORKU EVİ de bu tür öykü planı çerçevesinde geliştirilen, başarısı tartışmaya açık bir yapım.
Gerçekçi çevrimiyle adı ‘Rüya Evi’ olması gerekirken, korku düşkünü izleyiciyi daha çok çekmek için KORKU EVİ haline getirilen film, geçtiğimiz sezon gösterime giren ‘Zindan Adası’ ve daha eskilerden ‘The Others’ı andıran bir dokuya sahip. İrlanda’nın en başarılı yönetmenlerinden Jim Sheridan’ın karakteristik sinema öğelerini taşıyan yapım, bir yandan aile hikâyesini işlemekte bir yandan da haksızlıklar üstüne kurulu bir cinayet temasını ele almakta. Aileyi, anlaşılması kolay bir birim olarak düşündüğü ve film setlerini de aile ortamına benzettiği için bu kavram üstünde yoğunlaşan Sheridan, özlemini çektiği sıcaklığı çalışmaları vasıtasıyla seyirciye aktarmakta. Senaryonun içeriğiyle desteklenen bu yaklaşım sonucu ortaya çıkan KORKU EVİ, ailesine daha çok zaman ayırmak için editörlük işinden vazgeçen bir babanın rüya evininin resmi! Will’in eve dönüşüyle başlayan gerilimli dakikalar, beraberinde pek çok soru işaretini de getirmekte. Başlangıçta, alışılmış korku filmlerinin ‘gizemli ev, pencerede beliren gölgeler, ses efektleri’ gibi klasik malzemelerle sunulan öykü, gelişme evresinde aile, akıl hastanesi ve geçmişte yaşanan kanlı olaylar üçgeninde farklı bir boyuta taşınmakta. Bilinmezin kilitlerini, geçmişle yaşanan anın gerçeküstü öğeleri arasında bir bir çözen kurgu, bu evrede tökezlemeye başlayıp zayıf bir sonla noktalanmakta. İşte bu noktada da, iyi bir film için gerekenin yönetmen değil senaryo olduğunu söyleyen Sheridan’ın sözlerindeki gerçeklik payı bir kez daha ortaya çıkmakta!
Aile bağları ve cinayet karmaşası üstüne kurulu KORKU EVİ filminin ismine bakıp ‘korku’ beklentisine girenler hayal kırıklığına uğrayabilir. Korku bir yana gerilim dahi yaratmayan bu yapımda, Sheridan’ın tüm gayretine ve oyuncuların başarılı canlandırmalarına karşın boşluklarla dolu senaryonun yetersizliği dikkat çekici. Filmin en zayıf halkası, derme çatma bir dille verilmeye çalışılan finali! Yangından mal kaçırırcasına çözüme ulaşan KORKU EVİ, mesaj kaygısı taşımayan kendi halinde bir çalışma. İlle de bir fikir aktarımı isteyenler için işaret edebileceğimiz noktalar, her yaşanmışlığın özünde aldatmak ve para kavramlarının gizlendiğinin bir kez daha gösterilmesi. Bölge halkının tek derdinin ‘emlak fiyatlarının düşmemesi’ olduğunu vurgulayan replikler ve Amerikalıların pek önemsediği ‘hayat sigortası’ bu hususları öne çıkartan saptamalar. Yangın sahnesiyle iyice bocalayan, mekân konusunda da kısıtlı çerçeveye oturtulan KORKU EVİ, Sheridan’ın çok çaba sarf etmeden yarattığı bir film olarak vizyonda. Yönetmenin ‘Kanlı Pazar’, ‘Sol Ayağım’ gibi eski çalışmalarıyla kıyaslandığında vasatın ötesine geçemeyen film, yeterli hammadde olmayınca ustaların bile çaresiz kalabildiğini çok net göstermekte. Buna karşın fazla incelemeden ve üst seviyede bir beklentiye girmeden rahatlıkla izlenebilir.
Anibal Güleroğlu

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a kızmak…




İnsanları eleştirmek kolaydır. Hele bir de koltuklara oturup hiçbir karşı fikir üretmeden, yapıcılık adına farklı projeler ortaya koymadan ahkâm kesmek çok daha kolaydır. Şu an ülkemizde yapılan da bu! Hoş, geçmişteki tablo da şimdikinden farklı değil.
Mustafa Kemal Atatürk, Cumhuriyet Devrimleri’ni yarattığında bunların kendi çıkarlarıyla bağdaşmayacağını düşünenler muhalefet yapmamış mı? Tarihe geçen kayıtlardan da görülebileceği gibi Devrimlerin kabulü hiç de kolay olmamış. Saraçoğlu Hükümeti’nin ‘Toprak Kanunu’na muhalefetinden dolayı CHP’den ihraç edildikten sonra halka, oyunun gücünü ilk kez tattıran rahmetli Adnan Menderes’in akıbetine ne demeli? Ülkeye getirdiği yeniliklere rağmen tartışmaya fazlaca açık suçlamalarla idam sehpasına çıkartılmasının izahını yapmak mümkün değil. Sorgulanması yasak olan ve dahi ‘bayram’ ilan edilen darbelerle gölgelenen siyasi tarihte, Boğaz Köprüsü’nü ‘İstemezük’ nidalarıyla karşılayıp Süleyman Demirel’i eleştiri yağmuruna tutanları da gördü bu millet… İkinci köprü, döviz serbestîsi, Avrupa’ya açılım gibi yeniliklerin yanı sıra ‘Benim memurum işini bilir’, ‘Anayasa’yı bir defa da biz delsek ne çıkar?’ sözleriyle tarihe geçen Turgut Özal misyonunu da! Kısacası Türkiye’de her yenilik peşinde koşan, artısıyla eksisiyle çağı yakalamaya çalışan, üretken olmayan muhalefetin yumruğuyla ezilmeye çalışılmış. Seçim sandıklarında elenemeyenler, darbelerin balyozuyla alaşağı edilip sindirilmiş. Halkın oylarıyla iktidara taşınanlar, halkın oyları hiçe sayılarak, yönetim oyunundan azledilmiş. Velhasıl bu ülkede iktidar olup da muhalefete yaranmak imkânsız!
Geçmişten günümüze…
1960 darbesini bilmem ama 1980’i hatırlarım. 12 Eylül sabahı, radyodan gelen gür sesle uyanmıştım. ‘Bu askerin türküsüdür. Artık onlar yönetimde’ diyerek, durumu izah etmişti önceki darbeden duruma aşina olan babam. Beni ilk etkileyen sokağa çıkamamak olmuştu. En çok düşündürense, bir gün önce annemin kuyruklara girerek aldığı yağın birden bire bollaşması! O dönemden aklıma takılan ve çocukluktan bugüne hala cevaplayamadığım soruysa, her tarafta boy gösteren anarşinin nasıl olup da 12 Eylül itibariyle bıçak gibi kesildiği… Neyse bunlar derin konular. Darbe devrinin artık kapandığını düşünüp bir daha açılmaması dileğiyle gelelim Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı beğenmeyenlere…
Neymiş efendim, hükümetin yarattığı ortam Atatürk İlke ve İnkılâpları’na aykırı bir düzene geçişin başlangıcıymış! Burada soluklanıp sorgulamak gerek. Bir ülkedeki yerleşik düzeni yıkmak bu kadar kolay mı? Cevap, ‘Evet’ ise o zaman hiç düşünmeye değmez. Çünkü o hararetle savunulan kavramlar zaten asla tam olarak benimsenmemiş demektir. Ayrıca Kurtuluş Savaşı yıllarının uzantısındaki yaptırımların günümüzde hala bir bütün olarak kalması da, değişen dünya konjonktürleriyle bağdaşamayacağını unutmamak lazım. Üstelik büyük çoğunlukla iktidara gelen ve oylarını artırarak bunu sürdüren bir Genel Başkan var bugün iktidarda. Yani yaptığı her şey halkın büyük kısmının iradesiyle örtüşmekte… Bu da gösteriyor ki, başta CHP olmak üzere muhalefetteki partiler halka inmekte yetersiz! Cumhuriyet Devrimleri’nin, halkın dışarıda kaldığı balolarla ya da bir takım hamasi söylemlerle ayakta tutulamayacağı ne yazık ki hiç görülememiş. Halk, anlayacağı dilden konuşan; inancını dilediği gibi yaşayıp gönlünce giyinmesine olanak tanıyan; Marmaray, Çılgın Proje gibi icraatlarla göz dolduran lider istiyor. Tarihin kahramanlıklarına çakılı ezber söylemler, özellikle yeni nesillere artık cazip gelmiyor. Globalleşen dünya düzeninde Türkiye’de klişe muhalefeti sürdürmekte ısrarcı olanlar da, Başbakan’ın ve partisinin itibar hanesini kabartmaktan ve seçim pusulalarında ‘tabela partisi’ olarak yer işgal etmekten öte bir işe yaramıyor.
Darbelere alkış tutanlar demokrasiyi nasıl sağlar?
Bugünün kısır döngüsüne nasıl gelindiğini anlamak için siyaset seyir defterinin ilk sayfalarına göz atmak gerek. ‘Ebedi Şef’ Atatürk’ün vefatının hemen ardından, ‘Değişmez Başkan’ seçilerek ‘Milli Şef’ unvanını alan ve bunu 1946’ya kadar taşıyan İnönü iktidarı yokluklar dönemi! ‘Köy Enstitüleri’nin olumluluğu dışında, fiyatları artan tüketim malları, Aşkale sürgününe sebep olan Varlık Vergileri… Tüm bunlar 2. Dünya Savaşı’nın getirdiği vesikalı yaşamla birleşince ortaya çıkan manzara hiç de iç açıcı değil! 1945’e doğru daha da kötüleşen gidişatla umut kapısı olmaktan iyice uzaklaşan CHP, halkın Menderes’e yönelmesindeki başlıca sebep… DP’nin kurulmasıyla telaşa kapılıp, sendikalaşma vs. gibi göstermelik demokratikleşme hamleleri yapan CHP, bunlara rağmen halkla bütünleşmekten çok uzak. İktidar gücünü korumak için seçim tarihini bir yıl erkene alıp rakibine koltuk şansı tanımamaya yeltenen ancak başarılı olamayan partinin sonraki yıllarda sergilediği tablo aynı yetersizlikte. Halkı kucaklama yönü, seçim meydanlarındaki nutuklardan ibaret kalan bugünün ana muhalefetinin geçmişteki ‘Şartlar tamam olduğunda milletler için ihtilal, meşru bir haktır’ sözü demokrasiye bakış açısına bir karine! Seçilmişe karşı ihtilalı, demokrasiyle aynı kefeye koyan zihniyetin asıl dışa vurumu, darbe sonrası İnönü’den Cemal Gürsel’e giden tebrikte görülmekte… ‘Memleket ve millet için hayırlı bir iş yaptınız. Başarınız için emrinizdeyim Paşa Hazretleri’ sözlerinin demokrasiyi gerçek anlamda isteyen zihniyetlerle bağdaşamayacağı aşikâr! Bu da ülkemizde, gelişmişlik düzeyinde özgür bir yönetimin asla ve asla tesis edilemediğinin göstergesi! Nitekim rahmetli Adnan Menderes, idam edilmeden önceki son mektubunda durumu çok güzel izah ediyor…
‘‘ Sizlere dargın değilim. Sizin ve diğer zevatın iplerinin hangi efendiler tarafından idare edildiğini biliyorum. Onlara da dargın değilim. Kellemi onlara götürdüğünüzde deyiniz ki, Adnan Menderes hürriyet uğruna koyduğu başını 17 sene evvel almadığınız için sizlere müteşekkirdir. İdam edilmek için ortada hiçbir sebep yok. Ölüme kadar metanetle gittiğimi, silahların gölgesinde yaşayan kahraman efendilerinize acaba söyleyebilecek misiniz? Şunu da söyleyeyim ki, milletçe kazanılacak hürriyet mücadelesinde sizi ve efendinizi yine de 1950’de olduğu gibi kurtarabilirdim. Dirimden korkmayacaktınız. Ama şimdi milletle el ele vererek Adnan Menderes’in ölüsü ebediyete kadar sizi takip edecek ve bir gün sizi silip süpürecektir. Ama buna rağmen duam (bu kelimenin üzeri çizilip merhametim yapılmıştır) sizlerle beraberdir.’’
Çözümsüzlükten nemalananlar çözüm üreteni sever mi?
Bu tablonun ışığında, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a yaptıklarından dolayı kızanlara soruyorum… O ve ekibi, beğenin ya da beğenmeyin, projeler üretiyor. Darbelerin bir daha olmaması için gayret gösteriyor… Duble yol, diyor… ‘One minute’ sloganıyla, prim yapıyor… Orta Doğu gezileriyle, liderliğini konuşturuyor… Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun ve benzeri ilginç kazaların üstüne gidiyor… Komşularla iyi ilişkiler kurup ‘kavgacı ülke’ imajından kurtulmak için atılımlar gerçekleştiriyor… Bunları halka sunmayı ve reklamını yapmayı çok güzel beceriyor. Vatandaş da bu coşku seline kapılıp, tüm zamları ve olumsuzlukları unutup oylarıyla kendisini destekliyor. O ve ekibi bunları bir şekilde başarıyorsa suçlayıp taşlamak mı lazım? ‘Ödenen bedel’ diyenlere cevap: Bedelsiz yapabilene bu milletin kolları açık!
Hükümet’e yöneltilen eleştirilerin başında, dış güçlerin kuklası olması yani daha açık ifadeyle vatan satışçılığı gelmesi de yadırganacak bir durum aslında. Cumhuriyet, AKP iktidarıyla mı kuruldu da gelinen noktanın tüm sorumluluğu onlara yıkılıyor? Yakın tarihe bir göz atanlar bağımsızlığımızın Atatürk’le birlikte rahmetli olduğunu ve bu sürecin, 2. Dünya Savaşı sonrası Boğazlar için bastıran Sovyetler Birliği’ne karşı Amerika ve Nato’ya yanaşıldığında başlatıldığını görecektir.
Kore nere, biz nere… O topraklarda yabancıların keyfi uğruna pek çok Türk erkeği şehit düşmedi mi? Biz Kore’de Amerikan kapitalizminin daha iyi yerleşmesi için savaş vermedik mi? Göz boyamacı Marshall yardımıyla bu ülkenin ekonomisi dışa bağımlı hale getirilmedi mi? Avrupa Birliği’ne girmeden imzalanan Gümrük Birliği ya da ‘bir koyup üç almayı’ beklerken uç uç böceği haline geldiğimiz Irak günleri ne çabuk unutuldu? Balkan Savaşı’nda Bulgaristan’a karşı Alman Subayların taktiğiyle hareket eden Osmanlı Sarayı’nın, Bulgarları bize karşı kışkırtanların başında Almanların geldiğini umursamaması gibi, bunlar da balık hafızalarına yollandı herhalde. Yoksa tüm bunlardan da mı AKP iktidarı sorumlu?
Bu basit sorularla bile ortaya çıkan durum, AKP iktidarına dek kimsenin gidişatı düzeltmeye yeltenmediği! Şu hep kınanan ama nedense iktidara gelindiğinde birden unutulan ‘seçim barajı’ gibi konulara diğerlerini engellemek adına sıcak bakmayan Meclis partileri, ülkemizi gerileten ve birilerinin işine yarayan terör konusunda da yıllardır ortak bir çözüm arayışına girmemekte. Sürekli iktidarı eleştiren ve fiiliyatta boşluğun ötesine geçemeyenlere soruyorum… İktidarı bastırmak için ne gibi hamleler sergilediniz? Ucu eldeyken çekilemeyen ipi atmak ya da Madımak’taki insanların yanışını seyrederken suskun kalmak mı icraat? Yoksa isimler üstünden söz dalaşı yaratmak mı? Olmadı, üniversite gençlerini birbirine kışkırtmak mı?
Anayasa’nın hangi maddesinin değişeceği veya yer altı kaynaklarımızın kimler tarafından ele geçirildiği bir zamanlar hastane kuyruklarında inlediği günleri unutmayan… Ya da Resmi Dairelerden ‘bugün git, yarın gel’ zihniyetiyle yollanan vatandaşın umurunda mı? Halk, daha iyi yaşamak adına icraat istiyor! Bunu görün ve Başbakan’a başarısından dolayı kızacağınıza, kendinize hala eski teranelere takılı kaldığınızdan dolayı kızın. Boşa şehit olan evlatların ardından üç beş sözle ağıt yakacağınıza akan kanı durduracak köklü tedbirlerle çıkın ortaya. Kargaşa fırsatçılarına meydan bırakmayacak, bütünleştirici girişimlerle iktidara alternatif olun. Yıllarca kaderine terk edilmiş bölgelerde bugün dökülen kanlar ve yaşanan acılarda, tüm sorumluluğu iktidara yükleyeceğinize biraz da öz eleştiriye ve geçmişle muhasebeye yönelin. İşte bunları yürekten ve samimiyetle yapabildiğiniz an, hem gerçek muhalif hem de iktidara alternatif olabilirsiniz.
Son söz…
Bu satırlar herhangi bir partiyi kayırmak ya da aşağılamak için değil, herkesin insanca ve demokratik bir düzende yaşamasına inanan sade vatandaş bilinciyle yazılmıştır. Kendini bildi bileli kısır çekişmelerle yönetilen Türkiye’de akan kanların durmasını ve birlik-beraberlik refahının yaşanmasını gönülden arzu eden her bireyin, görünen gerçekleri dile getirme yükümlülüğüyle aktarılmıştır.
Üretilen ve önüne konan malı beğenmeyen, daha iyisini ve orijinalini üretip tüketiciye arz eder! Bu bilinç toplumda yerleştiği gün, ne Atatürk İlkelerinin yok olacağı korkusu ne de dış güçlere karşı boynu bükük duruştan eser kalmaz. Siyaset, karalamak ve yandaşlarını iktidara taşımak ya da ‘Ya sev ya terk et’ sloganını yerleştirmek için değil milletin kalkınması, ülkenin dünya nezdinde saygınlık kazanması için yapılırsa anlamlıdır. Gerçek vatanseverlik de budur! Var mı, halkçı-milliyetçi nutuklar atıp iktidarı kınayanların arasında bunu yapacak olan?
Anibal Güleroğlu

27 Eylül 2011 Salı

‘Altın Koza’dan arta kalanlar…


‘Altın Koza’dan arta kalanlar…
Geçmişten günümüze çeşitli badireler atlatıp ayakta kalmayı başaran ‘Altın Koza Film Festivali’ne katılmak bu yıl da kısmet oldu. Öncekilerin aksine Açılış ve Onur Gecesi sonrasında izleyebildiğim festivalin ayrıntılarına geçmeden, öncelikle vurgulamak istediğim bir nokta var. O da, ‘18. Altın Koza Film Festivali’nin Adanalıların yürekten kucakladığı ve benimsediği bir organizasyon olduğu! Yılmaz Güney ismiyle parıltısını güçlendiren bu etkinliğin benzerlerinden en büyük farkı, bölge insanının candan yaklaşımı. Bu samimi duruş, benzersiz güzellikte bir ortam doğurmakta. Pozitif enerjiyle dolan konuklar da doğal olarak aynı sıcaklığı festivalin bütününe yansıtmakta. Sonuç, asık suratlı bir etkinlik yerine keyifli anların yaşandığı bir paylaşım! Yarattığı atmosferle övgüyü hak eden ‘Altın Koza’nın özet tanımı kısaca böyle. Akılda iz bırakan ayrıntılarsa, burada ele alınan başlıkların çok ötesinde.
Sinemadan ‘Müze’ye aktarılan anılar
Tarihi Tepebağ konaklarının restore edilmesiyle oluşturulan ‘Adana Sinema Müzesi’, henüz yolun başındaki bir proje! Yılmaz Güney başta olmak üzere Orhan Kemal, Abidin Dino, Yaşar Kemal, Şener Şen, Ali Özgentürk, Şahin Kaygun ve Muzaffer Üzgü’ye ayrılan bölümleriyle ilgi çeken Müze’de belgeler, özel eşyalar, afişler ve balmumu heykeller bulunmakta. Abidin Dino ile Orhan Kemal’in balmumu heykelleri oldukça gerçekçi. Yılmaz Güney’inki için bunu söylemek ne yazık ki mümkün değil. Dikkat çeken bu olumsuzluğun, değiştirilme yoluyla giderileceği belirtilmekte. Dileyelim de bu sadece açılışa yönelik bir vaat olmasın. Aksi takdirde, afiştekilerle çelişen balmumu heykelin yarattığı görüntü kirliliği Müze’nin kalıcı amacına gölge düşürür.
Fotoğraf ve sinema sanatına ait 2000 adet kitap arşivinin yer aldığı Müze’de Yıldırım Yanılmaz’dan Ali Özgentürk’e Türk Sineması’nın önde gelen isimlerinin bağışladıkları eserler de sergilenmekte. Henüz tamamlanmamış olan ‘Adana Sinema Müzesi’nin bir diğer olumsuzluğu da, sunum sıkışıklığı! Duvara yan yana dizilmiş belgelerin iç içeliği, inceleme isteğini yok etmekte. Tavanla bütünleşenlerin görünme güçlüğü de cabası… Yan binanın restorasyonu tamamlandığında umarız bu durum ortadan kalkar. Böylece hem ziyaretçiler daha rahat inceleyip eserleri özümser. Hem de teşhire konulamayan bağış eserler gün ışığına çıkma fırsatı yakalar. Arşivlerden çıkartılıp teslim edilen eserlerin, verenlerin adıyla sergilenmesi eminim pek çok sinema gönüllüsünü teşvik edecektir. Bir ay gibi kısa sürede oluşturulan Müze’ye katkıda bulunan Vadullah Taş’ın sözleri, daha iyiye ulaşmak için gayretlerin süreceği konusunda kuşkuların dağılması için bir ışık!
Adana’nın yolları taştan, Koza’da en büyük yıldız Zihni Başkan!
Öncekilerin aksine bu yıl ‘Altın Koza’nın her aşamasını üstlenen Adana Büyükşehir Belediyesi’ni kutlamak gerek. Çok büyük sorumluluk isteyen bir görevi hakkıyla yerine getirmiş. Tabii bunda, Adana Büyükşehir Belediye Başkan Vekili Zihni Aldırmaz’ın sinema ve sanatçı dostu olmasının etkisi çok fazla! Havaalanı çıkışından itibaren Adana’nın her köşesini süsleyen ‘Altın Koza’ tanıtımlarında güler yüzüyle karşımıza çıkan Sayın Aldırmaz, hem ‘Çirkin Kral’ lakaplı Yılmaz Güney’in anısını taçlandırmakta. Hem de geçmişten günümüze, sinemaya gönül verenleri kucaklamakta. Müze açılışından korteje, her alanda ağırlığını hissettiren Sayın Aldırmaz, konuşmalarıyla olduğu kadar içtenliğiyle de Türk Sineması’nın Adana’da parlayan yıldızı olduğunu her fırsatta gösterdi. Yeşilçam’ın emeklileri olarak görülenlerin aslında Türk Sineması’nın güçlü emektarları olduğunu gözlere sokan Zihni Başkan, ‘Adana’nın yolları taştan, biz göğüsledik ipi en baştan’ dercesine ‘Altın Koza’yı festival yarışının zirvesine taşıma gayretinde. ‘Ortak akıl’ mantığıyla herkesin Adana’dan yayılan bu birleştirici güzelliği benimsemesi en büyük temenni!
Küfürle kazananlar… Fikirle kaybedenler…
‘18. Altın Koza Film Festivali’nde prömiyerini yapıp tüm Türkiye’de gösterime giren Cannes Festivali’nden ödüllü ‘Bir Zamanlar Anadolu’da’ kuşkusuz festivalin en öne çıkan filmi. Nuri Bilge Ceylan’ın yarışma dışı yapım,ı ilgide başı çekerken diğer filmlerin galaları da aynı oranda seyirciyle salonları doldurmayı başardı. Bunların başında, Onur Ünlü ve Funda Alp’in yönettiği ‘Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikâyesi’ gelmekte… ‘En İyi Film Ödülü’nü alan yapım, kurgu ve öyküdeki başarısına rağmen TV dizisi havasından kurtulamayan bir çalışma! ‘En İyi Senaryo’ ve bu yıl ilk kez konulan ‘Jüri Toplu Performans Özel Ödülü’nu de alan filmde, dizilerden tanıdık isimler benzer canlandırmalarla ön planda. Selçuk Yöntem’in Celal Tan karakteri, ‘Aşk-ı Memnu’daki Adnan Bey ile örtüşmekte… ‘Parmaklıklar Ardında’nın acımasız gardiyanı Cengiz Bozkurt, burada komiser rolünde. ‘Yaprak Dökümü’nden tanıdığımız Güler Ökten, yine özlemleri olan bir kaynana. Tüm oyuncuları onore etmek, özel ödül veren jürinin payına düşen! Burada özellikle vurgulanması gereken bir ayrıntı, kör adamı mükemmel canlandıran Bülent Emin Yarar’ın yüksek performansı! Yönetmene gelince… Sıra dışı esprileri seven, bunları da TRT’de hayli ilgi gören ‘Leyla ile Mecnun’ başta olmak üzere dizilerinde sunan Onur Ünlü! Dizilerin getirisiyle girişilen filmin en olumsuz yönü, sınırı aşan küfürlerle dolu olması. Sanat, doğallık adına, tam anlamıyla seviyesizleşen küfürlerden ibaret hale gelmişse ve ödüle layık görüyorsa söz söylemek ne haddimize. Kara komedi bu olsa gerek!
Yönetmen Ruhi Karadağ’ın ‘İzleyici Ödülü’nü alan ‘Simurg’ filmi, altı oyuncusundan üçünün sürgünde oluşuyla dikkat çekici! Ödülünü faili meçhullere, mezarsız ve topraksız vatandaşlara, ölen gazetecilere adayan Karadağ’ın uzun süre alkış alan konuşmasında öne çıkarttığı bir diğer isim, Ape Musa. Takdir, izleyenlerin…
Fatoş Güney’in elinden verilen ‘Yılmaz Güney Ödülü’, festivalin ikinci derecedeki en büyük ödülü! Gittiği adres, yönetmen Özcan Alper’in ‘Gelecek Uzun Sürer’ filmi. Güneydoğu’da adı konulmamış(!) savaşa yönelik öyküsüyle festivaldeki benzerlerini geride bırakan yapımın içeriği bir yana, yönetmeninin teşekkür konuşması da hayli ses getirici. 1990’lı yıllardan itibaren adına JİTEM denilen, bir şekilde devletin de içinde bulunduğu bu oluşum tarafından 17 bin 500 insanın katledildiğini söyleyen Özcan Alper’in, ‘Devlet onların ailelerine kemiklerini bile çok gördü. Bu ülkede rahat uyuyabileceksek, sanat yapılabiliyor diyeceksek tüm bunlarla yüzleşmemiz gerekiyor’ demesi fikir beyanında gelinen son nokta!
Yıkılan sosyalizme rağmen devrimci mücadeleyi aşk ve sigara dumanıyla sürdüren Kemal’in her türlü polis ve devlet baskısına karşı duruşunu veren ‘Aşk ve Devrim’, mesajlar içeren ve ödül alan bir diğer film! İzlerken, sigara teşvikçiliğine takılmamak ve duman altı olmamak mümkün değil…
Ödül hak etmelerine karşın önemsenmeyen yapımlara gelince… ‘Kadife’ bunların başını çekmekte. Senaryo ve müziği de üstlenen yönetmen Erdoğan Kar’ın çalışması, galada yoğun ilgi görüp jüride şaşanlardan! Teröre ‘ana’ gözünden bakan öykü, dağdaki vatandaşlara eve dönüş çağrısı yaparken geride kalanların yaşadığı hüznü de aktarmakta. Beyazdan kahverengiye ve tekrar beyaza dönen çekim mekânları, kar şartlarında çalışma güçlüğünü yansıtmakta. Filimden kaçılmasının sebebi, büyük ihtimal, ‘gerilla’ sözcüğü! Bir diğer hayal kırıklığı yaşayan katılımcı da ‘Mar’… Caner Erzincan’ın eserinde, Anadolu’nun ücra bir köşesinde sıkışıp kalmış üç erkek ele alınmakta. ‘Yüce jüri buyurmuş, erkekler hepten unutulmuş’ diyerek her iki yapıma da gişe başarısı dileyelim. Filmler konusunda son söz, Jüri Başkanı Derviş Zaim’in… ‘Saklı Hayatlar’, ‘Yurt’ ve ‘Simurg’ filmlerinin jüri tarafından dikkate değer bulunduğunu belirten Zaim, ‘Türkiye bir yüzleşme, araştırma süreci yaşıyor. Bunun tezahürü festivalde de yaşanıyor’ demekte! Yüzleşme, restleşmeye dönüşmediği sürece alkışlar…
Ve ‘Altın Koza’nın böcekleri…
‘Onur Ödülü Töreni’nde Kadir İnanır’ın omuzuna konarak meşhur olan uçan hamamböceği(!), İnanır’ın ‘Yaşam Boyu Onur Ödülü’nü gölgede bırakmakla kalmadı kendi türünün yaşamını da tehlikeye attı! Böceklerin bir daha kameralara oynayıp şöhreti yakalamamaları için bulunan çare, törenin yapıldığı amfi tiyatro çevresinde ilaçlama... Ancak buna rağmen dillenip ünlenmekte direnen birkaç haddini bilmez böcek, kapanış töreninde de kırmızı halıya ve sahneye çıkmayı başardı. Konuklar, böcek severlerin hışmından korktukları ve böcek haklarını ihlalden suçlanmaktan kaçındıkları için üstlerine gelenleri öldüremedi. Davetsiz misafirler parmak vuruşuyla uzaklaştırılırken ‘Arkadaş’ parçasıyla Fatoş Güney’e duygusal anlar yaşatan Leman Sam da sağında solunda uçan böcekleri çok sevdiğini beyan edip bir tanesinin de kendi omzuna konması için açık davette bulundu ama nafile. Eh artık Leman Sam da, hak ettiği halde ödül alamayanlar gibi saklasın hevesini seneye…
Anibal Güleroğlu

9 Eylül 2011 Cuma

‘Kuzey Güney’i alkışlayanlara birkaç söz…


Özgün yapım üretemeyenler, bir eseri daha devşirdi! ‘Çalıntı’ demekten kaçınıldığı noktada ‘uyarlama’, ‘intihal’ gibi laf cambazlıklarıyla vurgulanan ayıbın son örneği, ‘Kuzey Güney’! Gördük ki, ünlü dizi ‘Zengin ve Yoksul’un aynısı… Tabii sadece konu babında! Yoksa kalitede aşık atması imkânsız. Kıvanç Tatlıtuğ ve yapıma övgü dizenler yağcılıkta sınır tanımasa da, dost acı söyler! Düşman olmadığımıza göre, Tatlıtuğ’un oyunculuğunu ve üçgen vücudunu kendine bırakıp ‘Ortada övünülecek özgün senaryo yok’ diyoruz. Yağcılara önerim, asıl adı ‘Rich Man-Poor Man’ olan orijinali izlemeleri. Anlayan anlar anlamayan taklide dalar! Yaratıcılığın nasıl ucuzlatıldığını merak edenlere de, bütünlüğü bozulmadan çekilen ve bundan dolayı kurgusunda kopukluğa rastlanmayan ‘Zengin ve Yoksul’un içeriğini sunuyoruz.
Irwin Shaw’un eserinde Rudy, ailenin gözdesi... Güney de öyle! Tom ise iyi kalpli bir serseri. Rudy’yle aynı kıza âşık. Tom eşittir Kuzey. Tom’un dramının başlangıcı, fırında tartıştığı babasına attığı yumruk. ‘Kuzey Güney’deki gibi! Gelelim olacaklara… Rudy, zengin bir politikacıya dönüşür. Suçlu damgası yiyen Tom, sevdiği kızla evlendiği ve her şeyini elinden aldığı için abisine kinlenip serseriliği ilerletir. Sevgiyle öfkenin kesiştiği öykü, yardım istemeyen Tom’un kötü adam Falconetti tarafından öldürülmesiyle noktalanır.
Özetle, ‘Kuzey Güney’ 80 öncesinin dizisi ‘Zengin ve Yoksul’un hatırlanmayacağı umursamazlığıyla yaratılan bir ayıp! Ayıp çünkü yeni gibi sunulmakta… İvedik taklidi ya da ‘Doğuda herkes eşit’ sözleriyle duyguları kabartıp fark yarattıklarını sananlara, bunu eserin gerçek sahibine sormak gerek, diyeceğim ama ne yazık ki hayatta değil. Aslını çeken Amerikalıların da haberi olmayacağına göre, sahiplen gitsin. Yetenek budur işte! Haksızlıkların hak olduğu dünyada, kimileri oturup kafa patlatarak eser yaratır. Kimi dahiler de hazır olanı, önemsiz değişikliklerle kullanıp parsayı toplar. Minareyi çalanın kılıfını hazırladığı ve intihalin sınır tanımadığı gerçeğinde son sözüm, ‘telif hakkı’ diye yırtınanlara. Yaratıcılık kavramı, başkasının ürününün etiket değişimi, şeklinde algılanıp ‘esinlenme’ sahtekârlığıyla ambalajlandığı sürece telifi atınız çöpe!
Anibal Güleroğlu

‘Öyle Bir Geçer Zaman Ki’ zamanla dalga geçti!



Her sonun bir başlangıç olduğunu hatırlatan Osman’ın dış sesiyle sezonu açan ‘Öyle Bir Geçer Zaman Ki’, hatalarla dolu bir bölümle karşımıza geldi. İnsanlar, ağaçlar, yollar, evler, her şey değişir diyen dizi, bir yandan insan tohumuyla filizlenen başlangıçlar sunarken diğer yandan da insan dikkatsizliğiyle gözden kaçan mantıksızlıklar sergiledi.
Silahların patladığı gecenin iki yıl sonrasından devam eden dizide zaman kavramı tamamen unutulmuştu. Öncelikle, saç-sakalla olgunlaştırılan kahramanlara karşın, 1967’deki başlangıçta altı yaşında olan Osman bu sürede hiç büyümemişti. Ayrıca Osman kaçıncı sınıftaydı ki, coğrafi bölgelerimizi öğrenmeye başlamıştı? Sosyal Bilgiler konusu olan dersin o tarihte en iyi ihtimalle üçüncü sınıfta işlendiğini düşünürsek(gerçekte dördüncü olmalı), bu ne Osman ne de diğer öğrencilerin görünümüyle bağdaşmamakta. Buradaki kargaşayı daha iyi izah için ‘genel af’ konusuna da değinelim. 1967 sonrası ilk genel af, 15 Mayıs 1974’te çıktı. 1969’daki kısmi af zaten uymaz çünkü o takdirde dizinin başlangıcından itibaren gelişen olayların yaşanmasına zaman kalmaz. Ayrıca da siyasi suçlular bundan faydalanamaz. Bu durumda bahsi geçen genel affın 1974’teki olması kaçınılmaz. Hal böyleyken sezon başlangıç yılı da 1974’e denk düşmekte… Buradan yola çıkıp Osman’ın yaşını hesaplarsak, baştaki altının üstüne yedi daha eklememiz lazım. Ortaya çıkan rakam 13. Dolayısıyla izleyicinin karşısına 13 yaşında bir Osman çıkartılmalıydı! Görüntüyle çelişen yaş durumunu karakterin gelişim bozukluğuna ya da izleyicinin Osman sempatisini kullanma uyanıklığına bağlayıp kanlı finalde silahı göğüs hizasında tutan Hasefe Hanım’ın oğlunu bacağından vurma becerisine geçelim. O nişan pozisyonunda düz gitmesi gereken kurşun, Ali Kaptan’ı bastonlu ‘Dr. House’a benzetmek için mi yolunu değiştirip bacağa saplanmıştır? Belki de, bir çırpıda silahı kapacak kadar atik olan muhteşem kaynananın ateş ederken eli titremiştir. Nasılsa dizi dünyasında her şey mümkün!
Bu arada, eski Galata Köprüsü’ne neden geldiği belli olmayan Ali Kaptan denizi izlerken arkadan sırayla geçirtilen ve daha kaç tur atacakları merakla beklenilen mavi reno, sarı murat gibi araçlara da takılmadan edemeyeceğim. Peki ya yuva yıkan Caroline’in perişan haline ne demeli? Hadi Ali Kaptan hapse düştü de öyle berduşlaştı. Fettan bankacının o duruma gelmesi, izleyiciye kötü kadın dersini bulur, mesajı vermek için zorlama bir sahne! Diziyi Cemile’nin eski ve yeni evlerinin kıyaslamalarıyla komediye çevirenlere, Ali Kaptan’ın evinin ön ve arka kapılarındaki basamakları ne yaptıklarını da sormadan edemeyeceğim. Hani yıkıldılar desek, yerden yüksekte olan kapıların zemine inmesini nasıl açıklayacağız. Anladık dizi yeni sezona yeni evlerle başladı ama ayrıntılar da önemsenip giderilebilirdi. Velhasıl-ı kelam, ‘Öyle Bir Geçer Zaman Ki’ perdeyi açarken zamanı eyledi viran!
Anibal Güleroğlu

19 Haziran 2011 Pazar

Irak gerçeğine götüren ‘Tehlikeli Yol’…


Üstün olma arzusu birleşince çıkar gruplarının para hırsıyla, sahaya sürülen piyonlar kimlik ayrımı yapmadan girişirler kan akıtmaya… Silahın verdiği güçten cesaret alanlar kendi yarattıkları kargaşada soyunursa kurtarıcılığa, dünya sahne olmayı sürdürür nice yüz kızartıcı katliama!
ABD-İngiliz tezgâhlı Irak Cehennemi, pek çok yapıma konu olmuş bir trajedi… Burada yaşananları beyazperdeye taşıyan TEHLİKELİ YOL da bu trajedinin perde arkasına kestirmeden göz atan yapımlardan biri! Liverpool, 2007… Yanlış zamanda, yanlış yerde olan Frankie’nin cenaze töreni… Çocukluktan itibaren her şeyi birlikte yaptığı ve daha fazla para kazanmak için kendisiyle birlikte Irak’a gitmeye ikna ettiği dostunun tabutu başında acı çeken Fergus! Bu acı ve pişmanlıkla girişilen araştırmalar ve ulaşılan gerçekler…
‘Özgürlük Rüzgârı’ filmiyle İngiliz zulmü yaşayan İrlandalıları, iki kardeşin öyküsüyle ele alan yönetmen Ken Loach ve senarist Paul Laverty ikilisi bu kez Irak’taki İngiliz-ABD eziciliğiyle karşımızda… 2006 Cannes Festivali’nin galibi ‘Özgürlük Rüzgârı’yla aynı çizgideki TEHLİKELİ YOL, tıpkı onun gibi siyasi mesajlar taşımakta! İngiliz sözleşmeli askerlerine Irak’ta öldürme serbestîsi veren 17’inci maddeyi hatırlatan yapımda, yüksek maaşla toplanan ve harcanan askerlerin savunmasız Irak halkına eziyeti yansıtılmakta. Afganistan ve Kuveyt’e de değinen senaryo, Bağdat Havaalanı’nı Irak’taki ABD ve İngiliz üslerinin bulunduğu ‘Yeşil Bölge’ye bağlayan ‘Route Irish’ adlı yolda yaşananlara odaklanmakta. Savaşın en ölümcül noktalarından olan bu yerde kimin kimi katlettiği belli olmazken ortadaki tek gerçek, para babalarının keyfiyetine kurban giden insanlık! ABD ve İngiliz özel kuvvetlerinin, hoparlörden çalınan caz müziği eşliğinde yaptığı katliamı, terörist iftirasıyla öldürülen çiftçileri ve büyük iştahla dövülen çocukları bir intikam öyküsü çerçevesinde yansıtan TEHLİKELİ YOL, iki nehrin arasındaki toprak olan Mezopotamya’da çevrilen dolaplara ürkekçe değinmenin ötesine geçememekte.
Ortadan başlayıp geçmişin anılarıyla yaşananları birleştiren kurgu, çözümlemelerle sona doğru yol almakta. Olayları, Iraklı ve İngilizlerin gözünden veren yapımda, golf düşkünü savaş çıkarcılarıyla ‘sarıklı’ sıfatıyla küçümsenen Iraklıların tezatı, durağan fakat gerçekçi bir tempoyla işlenmekte. İnsanlık dışı sorgulama yöntemleriyle her türlü suçun kabul ettirilebileceğini, çarpıcı su işkencesiyle yansıtan TEHLİKELİ YOL, Talib Rasool’ün ‘Baghdad’ adlı parçasıyla öze inmekte! Her ne kadar yarattıkları gerçeklerden kaçmak isteyenler tarafından yetersiz gösterilmeye çalışılsa da…
Anibal Güleroğlu

Âlemi Türkçeye özendiren Olimpiyat!

b
Türkçemizi dünyada hak ettiği konuma getirmek ve yaygın kullanım sağlamak amacıyla düzenlenen ‘Türkçe Olimpiyatları’nın dokuzuncusu başladı. Final niteliğindeki Olimpiyat’ta, ülkelerinden elenerek gelen en iyi Türkçe öğrenenler ödüllendirilmekte! Her geçen yıl dünyada artan ilgiyle gelişen ‘Türkçe Olimpiyatları’ TV’de ve internette de beğeniyle izlenmekte…
‘Ayrılıkların nedeni farklı olmak değil farkında olmamaktır’ sözleriyle yola çıkan ve ‘Gelin tanış olalım, işi kolay kılalım’ diyerek açılış yapan ‘Kültür Şöleni’nin açılış töreni, 130 ülkeden Türkçe sevdalısı temsilcinin performansıyla, renkli gösterilere sahne oldu. Her yıl format yenileyen ve reklam filmiyle dikkatleri üzerine çeken ‘Türkçe Olimpiyatları’na medyanın da ilgisi yoğundu. Kanal A’da ‘Hadi Konuşalım’ programının sunucusu Esra Harmanda, sezon finalini Olimpiyat konuklarıyla yaparken Altınpark’taki gece de Mehtap TV, Kanal A ve Küre TV’den canlı yayınlandı. Kanal D’den Beyaz TV’ye ‘Haberler’e konu olan şölen, ATV ekranında ‘Dünya Türkçe konuşuyor’ başlığıyla verildi.
Her ilde farklı etkinliklerle 30 Haziran’a kadar sürecek olan ‘Türkçe Olimpiyatları’, FOX TV ‘Hafta Sonu Çalar Saat’in de gündemindeydi. Savaş Öztürk eşliğinde ABD, Etiyopya, Bangladeş, Tacikistan, Senegal ve Tanzanya gibi ülkelerden gelen öğrencileri ağırlayan Murat Güloğlu, ‘Çalar Saat’ stüdyosunu konukların gösterileriyle renklendirdi. Sabah saati olduğundan ses tellerinde problem yaşayan Tanzanyalı kardeş, Kubat’ın ‘Anam’ adlı parçasını şekilden şekle sokarken ABD-Atlanta’dan gelen John da ‘O bir komik insan’ dediği Temel’in fıkrasıyla Türkçe bilgisini gösterdi. Muhtar Kent’i tanıyan John’un, Suriyeli çocukları ziyarete gelen ve medyamızda kahraman gibi gösterilen Angelina Jolie’den bihaber olmasına karşın ‘Antep’in Kalesi’ türküsünü bilmesi hayli ilginçti! Tıpkı FB taraftarlığından vazgeçen ve Ege şivesiyle ‘eğlenceli’ bulduğu şiiri okuyan Etiyopyalı Ali gibi…
Anibal Güleroğlu

26 Şubat 2011 Cumartesi

İnternetin son kurbanı ‘Mukaddes Yenge’!


‘Endüstri toplumu’ ile ‘Endüstri sonrası toplum’ arasında bir yerlerde bulunan ülkemizde, toplumsallaşmanın bir etkileşim süreci olduğu gerçeğinden hareketle, televizyon ve internetin yönlendiriciliğinin fazlaca hissedildiğini söyleyebiliriz. Uzun süre ve çeşitlilikleriyle bireylerin boş vakitlerinin çoğunu işgal eden diziler, etkileşimde başı çekmekte! Toplumsallaşmada ilk etken kurum ‘aile’yse diziler sayesinde arka plana itilmekte. Bu noktada, kişiliğin temelini oluşturan ‘benlik’ kavramını temelden etkileyen yapımlarla, davranışlarını biçimlendiren kesimin sadece çocuklar olduğunu düşünmek hatadır. Çünkü moda haline gelen oyun ve paylaşım sitelerinin dizilerde sürekli işlenmesi, ulaşılmak istenen hedef kitlenin geniş tutulduğunu bize göstermekte!
Her konuda nasihati vazife edinen ‘Papatyam’da Necati Bey ve ailesinin sanal oyunlara merak sarıp torunları aracılığıyla hesaplar açtırmaları… Gençlik dizilerinin mutlak şartı haline gelen paylaşım muhabbetleri… ‘Çocuklar Duymasın’da bir dönem Meltem’le Gönül’ün sanal çiftlik tutkusu… Bunlar internetteki bazı özelliklerin ‘Bilmeyen kalmasın’ zihniyetiyle pompalandığı yapımlardan birkaçı. Dönem dizileri hariç hemen hepsinde göze çarpan internet furyasına son katılan diziyse ‘Fatmagül’ün Suçu Ne’! Kerim’in ‘Fatmagül’ün ders çalışması için’ kapıp getirdiği bilgisayarla iletişim çağına ayak uyduran dizide, internet ders yerine eski göz ağrılarını bulmaya yaradı. Kendinden beklenmeyen şekilde İngilizce konuşan Kerim’in, kapasitesi düşük e-postasından bir zamanlar fingirdeştiği turist kız çıktı. Çılgın yenge Mukaddes de, arama motoru sayesinde kendisini hamile bırakıp kaçanı hatırlayıverdi. Adamı bulmanın heyecanıyla yanaklarına al basan Mukaddes, al al giyinip sokağa düştü! Tabii her zamanki göğüs dekoltesiyle… İster misiniz, bu kılıkta ortalıkta dolanırken tecavüze uğrasın ve de dizi, ‘Mukaddes’in Suçu Ne’ye dönüşsün! Biz de hayal gücümüzü çok mu abarttık? Sanal dünyayla etkileşimin sonucu olsa gerek…
Anibal Güleroğlu

Hastalar uyanın! ‘Doktor Ne Demek?’…


Ülkemizde, yıllar süren zorlu eğitimin karşılığını alamayan yegâne kesim olan doktorlar yine tedirgin! Anatomi kitabıyla yatıp kalkan, doktorlaşırken asosyalleşen, hasta iyileştirmek üzere yetişirken kendi sağlığından ödün veren ‘çilekeş’ler bir türlü tatmin edici çalışma koşullarına kavuşamamakta… Tıpta Uzmanlık Sınavı(TUS) badiresi, tam gün yasası vs. derken bir de ‘Performans’ çıktı başlarına. Hastanede çalışmayı tercih eden doktorları mesleki çatışmaya sürükleyecek olan bu yasanın en büyük zararıysa hastalara!
Üniversite hastanelerini işletmeye çeviren, ‘Ne kadar hasta, o kadar para’ zihniyeti her şeyi iş üretme üzerine kurup mesai saatleri içinde eğitim yapılmasını da engelliyor. ‘Üniversiteler hastaneye sahip olmasın’ gizli mantığı, mali kıskaçlarla birleştirilince ortaya çıkan baskı ortamı, doktorları ve dolayısıyla iyileştirilmeyi bekleyen hastaları mağdur ediyor. Mali özerkliğin olmadığı durumda, akademik özerklikten söz edilemeyeceği gerçeğini göz önüne seren yaptırım taktikleri, bilimsel bağımsızlığı da etkiliyor. Ayrıntılara inildiğinde, görünürdeki iyileştirmelerin arka planda pek çok sakınca barındırdığı ve mağduriyetler yarattığı görülüyor. Nasıl ki, üniversitelere ‘eğitim’ amacıyla devlet hastanelerini kullanma olanağı sağlayan tam gün yasası, yapıcı görünüşünün ardında bilimsel denetim gibi riskleri taşıyorsa, çok çalışan doktorlara ödül gibi sunulan performans yasası da, hastaların ayaküstü bir ilaçla yollanması sonucunu beraberinde getiriyor. Çelişkilerle dolu yapılanma sürecinde, bir yandan tam gün yasasıyla hasta doktor hatasına karşı sigorta güvencesiyle korumaya alınıyor. Öte yandan, performans yasasıyla zaten yetersiz olan muayene süresi kısaltılıp, doktordan daha çok hastaya bakması istenerek hasta riske sokuluyor! Hasta bakmaktan ayakta duramayacak hale gelen doktordan ‘doğru teşhis’ beklenebilir mi? Tabii ki, HAYIR! Sağlık bilincinden yoksun hastalar uyumayı ve körü körüne doktorları suçlamayı sürdürürken, mesleğinin önemini idrak etmiş olan yansız ve akılcı her doktor buna tepkisini koyuyor…
Hasta sever doktorlardan ‘klip’li eylem
Öğrenim hayatları boyunca ‘yarış atı’na döndürülen ve engelli koşuda başarılı olup parkuru tamamlayan doktorları, hasta muayene yarışına sokan performansa en son protesto, Ankara’daki Tıp Fakültelerinde görevlerini sürdüren asistan hekimlerden... Sağlık sisteminde dönülmez bir noktaya gelmeden gerekli değişiklikler için çeşitli üniversite hastanelerinde yapılan kınamaların en ilginç olanı da bu! Athena’nın parçasına kendi sözlerini uyarlayan doktorlar, ‘Doktor Ne Demek’ şarkısıyla hem hükümete seslerini duyurmaya hem de halkı ve polisi uyumayıp sağlıklarına sahip çıkmaya çağırdılar. ‘Performans Bakanı duy sesimizi’ diyen hekimler, ‘çalışma barışı’nı ve ‘sosyal dayanışma ruhu’nu bozan uygulamayı protesto ettiler. ‘Biz tüccar mıyız’ sorusunu, bir hastaya beş dakikayı yeterli gören Sağlık Bakanlığı’na yönelten ‘hasta sever’ doktorlar, beş dakikada değil muayene etmek hastanın ad-soyadını kaydetmenin dahi mümkün olmayacağı gerçeğini, uyanmamakta direnenlerin beynine işlemeye çalıştılar… Anlayana sinek saz, anlamayana bu sesler caz!
Eskimo taktiğinde ‘Tıp eğitimi’ gereksiz…
Görünen o ki, ‘Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir’ gidişatına sokulan hastane sistemi, listesini kabartıp cebini doldurmak için hasta kıyımı yapacak ‘tacir doktor’ modeli peşinde! Öyleyse, hastaneyi ‘ticarethane’, hastayı da ‘müşteri’ sayan sistemde, hasta layıkıyla muayene edilmeyecekse, bir yığın bilgilerin alındığı onca meşakkatli ‘tıp eğitimi’ne ne gerek var? Bu durumda en verimli yol, hastanelerine göz dikilen tıp fakültelerini kapatmak! İlaç yazmaktan başka bir icraatta bulunmaz hale getirilen doktorların hiçbir değer taşımadığı ortamda, lüzumsuz çünkü. Nasılsa, ilaç şirketleri her derde deva ürünlerini hizmete sunmakta… Laboratuarlar rutine binmiş tetkikleri yapmakta… Hastalar da, şikâyetlerine ‘Google’dan bakıp teşhis koysun! Hiç olmazsa orada zaman kısıtlaması yok. Bilgisayardan anlamayanların imdadına da ‘komşu’ tavsiyeleri veya televizyondaki ‘uzaktan tedavi’ programları yetişir… Böylece hem hasta iyileştirme amacından uzaklaştırılan doktorların eğitimi için ayrılan bütçeden tasarruf edilir, hem de her aileye üç çocuk telkin edilen ülkemizin sigorta sistemine yük olan gereksiz vatandaşlar mevcuttan düşülür! Eskimolar, yiyecek sorununu çözmek için, yaşlı ve hastaları ya soğuğa ya da ayılara teslim ederlermiş… ‘Para pazarda, uyku mezarda’ özdeyişiyle genç doktorlar yetiştirenlere karşı, maddiyatçı yasalarla ‘insan sağlığı’ mefhumunu unutturup ‘paragöz’ olmayı dikte eden sistem de, bu kültürün farklı bir yansıması…
Uyuyan hastalara öneri…
Sağlıklarının ‘doktor hatası’ yüzünden bozulduğunu iddia edip hedef tahtalarına doktorları yerleştiren hastalara da benden naçizane bir öneri… Yeni yasaya dayanıp ‘hasta bakma makinesi’ne çevrilen hekimler yerine, onları bu hale getirenlere karşı gözlerini açmaları! Doktorluk, performans yarışını kaldıracak bir meslek değildir. Sürücülerin bile devamlı olarak araç kullanmaları 4,5 saatle sınırlandırılmışken, insan sağlığından sorumlu olanlara ‘daha çok hasta’ teşviki yapmak hatalı teşhislere ve ölümcül sonuçlara davetiyedir. Dolayısıyla hastaların artık uyanıp, sağlıklarıyla oynayanların özenli kontrollerden geçtiklerini hatırlayarak, bu gerçeği görme vakti gelmiştir! Tabii, sadece ilaç yazdırma hastalığına tutulduğu için hastane koridorlarını işgal eden veya parmak ucundaki sızıdan dolayı doktora koşan hastalar(!) bunu umursamayabilir. Ancak, ‘Doktor pazarda, hasta mezarda’ dememek için performansı değil, hastasına yeterli ilgiyi gösteren huzurlu doktorlardan oluşan sağlık sisteminin bir gün herkese gerekli olacağı hakikatini inkâr etmek de kimsenin haddi değildir. Ne doktorlar tacir, ne de hastalar ticaret malıdır! ‘Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi’ demiş Kanuni Sultan Süleyman… Bizim de uygulamaya konulanlara bakıp ‘Olmaya vatandaş uykuda bir kurbanlık koyun gibi’ demek geldi içimizden! Beş dakikalık performansta, kalın sağlıcakla…
Anibal Güleroğlu