24 Aralık 2010 Cuma

THE TOWN, çifte standartlı FBI’ın başarısızlığı!


İnsan haklarının ateşli savunucusu Amerika’nın ‘ötekiler’ olarak gördüğü vatandaşlarına uyguladığı ayrımcılık pek çok yapımda kendini göstermekte! Bazen bir öykü, bazen de bir cümleyle yansıtılan bu tutum genellikle eleştirel biçimde ele alınmakta. Devlet ve kurum bazındaki insan hakları keyfiyetini vurgulayan Hollywood’un bu konudaki örneklerine bakıldığında, zencileri ve Güney Amerikalıları potansiyel suçlu sayanların diğer hedeflerinin Müslümanlar ve İrlandalılar olduğu çok net görülmekte!
Boston şehrindeki babadan oğla geçen soygun düzenini anlatan THE TOWN’da ‘Bu aptallar İslamiyet’e geçmeden sorgulayamayız’ diyor, suçlarını ispat edemediği İrlandalılar karşısında acze düşen FBI ajanı! Müslümanlara karşı insan haklarının hiçe sayılmasını dile getiren bu öz eleştiri sahnesiyle FBI’ın çifte standardını göstermeye çalışan film, İrlandalıların ‘soyguncu’ olarak damgalanmasına da değiniyor. Dolayısıyla, dört çocukluk arkadaşının oluşturduğu ekibin mükemmel taktiklerle gerçekleştirdiği soygunları anlatan ve ‘Hırsızlar Şehri’ adıyla gösterime sokulan THE TOWN sadece bir hırsız-polis filmi değil! Suçlarıyla ünlü Boston’da ayakta kalmaya çalışan İrlandalıları konu alan yapımda, aksiyonun yanı sıra dram unsuruyla mesajlar verilmekte... Ekibin beyni Doug, birlikte büyüdüğü Jem’in kaba kuvvet düşkünlüğüne karşı daha duygusal! Altı yaşında annesinden ayrı düşen ve babasının yolundan gitmeye mecbur kalan Doug aynı zamanda çocukları spora yöneltmekte… İrlandalıların yaşadığı mahalleyi ihmal eden belediyenin ayrımcılığını da vurgulayan THE TOWN’da eksikleri tamamlamak da ona düşüyor.
Chuck Hogan’ın ‘Hırsızlar Prensi’nden uyarlama senaryosuyla, Amerika’nın ötekilerinin dramatik durumunu anlatan THE TOWN’ın yönetmenliğini, başroldeki Ben Affleck üstlenmiş! Her iki görevini de başarıyla yerine getiren Oscar ödüllü Affleck’in dışında Jeremy Renner ve ‘Med Men’den tanıdığımız Jon Hamm de oldukça iyi. ‘Gossip Girl’den aşina Blake Lively ise uyuşturucu müptelası eski sevgili rolüyle pek uyuşmamış!
‘Hollywood’da kötü çekilmiş değil, senaryosu ya da kurgusu iyi olmayan film vardır’ bakışıyla THE TOWN, senaryo ve kurgusu başarılı bir yapım! Aksiyonla duygusallığı bağdaştıran filmde, duygu yoğunluğunun yaşandığı sahnelerde doğal olarak tempo düşmekte… Repliklerdeki yerindelikle dikkat çeken yapımda, FBI’ın dinleme sahnesi gibi bazı bölümlerde, ‘Heat’ filminden esinlenmeler görülmekte! FBI’ın ayrımcılığının dışında beceriksizliğini de veren THE TOWN’da konu o kadar güzel kurgulanmış ki seyirci, polisin değil soyguncunun yanında yer alıyor. Filmin en vurucu sahnesiyse, otomatik tüfekli rahibe kılığındaki soyguncularla göz göze gelen polis memurunun can korkusuyla görmezden gelip başını çevirmesi!
Bazıları ‘Takers’ filmiyle kıyaslasa, süresinden dolayı eleştirse de ‘İnsanlar her gün uyanır ve hayatlarını değiştirmek isterler ama asla yapamazlar’ felsefesiyle ‘Ne kadar değişirsek değişelim yaptıklarımızın bedelini ödemek zorundayız’ mesajını veren THE TOWN, gerçekçi soygun sahneleri ve inişli çıkışlı anlatımıyla farkını ortaya koyuyor! Sonuç itibariyle, görülmeye değer bir film…
Anibal Güleroğlu

Dizi köleleri eylem yaparken dizi izlemek…



Her gece ekranlarda, haberler bitince başlıyor bir işkence! Önce özet bölümleri, ardında geliyor yenisi… ‘Dizi’ adı altında oynatılan film aslında! Uzadıkça saçmalaşan senaryoları izleyen bin pişman, çekenlerse hepten perişan. Emekçilerin zahmeti bulamazken hak ettiği değeri, ekran başındakiler de reklamlarla bölünen diziler arası koşturmacada yaşıyor farklı bir çileyi… İzleyen kadar yazanı da, çekeni de sosyallikten uzak, dizilerden oluşan bir dünyaya mahkûm ediyor reyting canavarıyla beslenen reklam geliri! Parayı bastıranın diziyi uzattığı düzende ‘Gık’ diyemezken Türk seyircisi, herkesin şikâyetçi olduğu bu çemberi kırmak isteyen dizi emekçileri, bir kez daha deniyorlar kanallara karşı gelmeyi.
Bir büyük eylem yaşanıyor 24 Aralık 2010’da Taksim Meydanı’nda! ‘Yerli dizi yersiz uzun’ sloganıyla yola çıkan Senaryo Yazarları Derneği, ikinci kez başkaldırıyor ‘Dizi köleliği’ne… Senaristinden yönetmenine, oyuncusundan yapımcısına binlere varan ‘Dizi kölesi’, insan gibi yaşamak, insan gibi çalışmak için ‘90 dakikalık dizilere hayır’ diyor! NTV ‘Gece Gündüz’de ‘Ortada sevgi, istek varsa bunun çözümü bulunmalıdır’ mesajını verirken Kerem Alışık, 20 farklı setten katılımla sayısı her geçen dakika artan dizicilerin bu haklı tepkisini ‘Canlı Haber’e taşıyor Can Dündar… Ekip olarak eyleme destek veren ‘Gönülçelen’den Tuğba Büyüküstün, beş günde bir film çıkartmaya benzetilen dizi çekimlerini insani bulmayıp kötü şeyler yaşanmadan tedbir alınmasını istiyor! Yapımcı Ilgaz Giritlioğlu da ‘Tavuk çiftiği’ne dönüşen dizi çekimleriyle Türk izleyicisine kalitesiz yapımlar verildiğini söyledikten sonra dünya standartlarına gelme yolunda sistemin yetersiz kalacağını, RTÜK’ün buna tepeden bir maddeyle müdahale etmesi gerektiğini vurguluyor!
‘Bu ilginç eylem bakalım ne sonuç verecek. Diziler kısalacak mı’ diyen Can Dündar başka bir haberle devam ederken, 24 Aralık 2008’de gecenin geç saatlerine kadar süren bir dizi çekiminin ardından evlerine dönüşte geçirdikleri trafik kazası sonucu hayatlarını kaybeden arkadaşları Zehra Sezgin ve Tülay Ergildi’yi anmak için AKM’nin önünde toplananlar, bir yandan süreyi kısaltmak bir yandan da 600 TL ile 60.000 TL arasındaki uçurumu kapatmak için gecenin karanlığına ‘Eylem Şarkısı’yla seslenmeyi sürdürüyor… Peki, onlar bu haklı eylemi yaparken dizilerin kalitesizliğinden şikâyetçi izleyici cephesinde durum ne? ‘Önüne konanı yeme’ rehavetinde, TV başında dizi izliyor!
Anibal Güleroğlu

11 Aralık 2010 Cumartesi

‘Şafak Yıldızı’nın Yolculuğu’nda karanlığı yenmek…


Kötülük ve karanlık her yerde, bilinmeyen sularda ilerlerken! Dışarıdaki karanlığı yenmek mümkün değil, içimizdeki korkuları yenmeden. Karanlığın güç kaynağı korkularımız gerçeğe dönüşür, beslenerek düşüncelerimizden... Olağanüstü şeylerin, olağanüstü insanların başına gelme fikrinden yola çıkarak, kulak vermek gerekir ‘Aslan’a! Çünkü O’dur bize daima doğruyu gösteren. Bu konuda çok ders alabiliriz, ‘İnancımız olmazsa, bizler birer hiçiz’ felsefesini masalsı dille anlatan ‘Narnia Günlükleri’nden…
C. S. Lewis tarafından yazıldığı yıllarda çok beğenilmeyen ‘Narnia Günlükleri’ serisi, fantastik konuların alabildiğine gözde olduğu günümüzde sevilerek takip edilmekte! Serinin ilki, ‘Aslan, Cadı ve Dolap’taki bazı sahnelerden dolayı ‘korku’ türü gibi algılansa da aslında fantastik bir masal olan ‘Narnia Günlükler’nin son bölümü ŞAFAK YILDIZI’NIN YOLCULUĞU, Kaspiyan’ın krallığını sağlamlaştırması ve karanlığı yenmede daima yol gösteren ‘Aslan’la karşılaşmasının öyküsü. ‘Şafak Yıldızı’ adlı gemiyle yedi lordun kılıcını bulmak için yola çıkan Lucy ve Edmund’ın prenslikten krallığa yükselen Kaspiyan’la yaşadıkları macerayı anlatan filme, kuzen Eustace’ın mizahi hırçınlığı de eklenince ortaya eğlenceli bir yapım çıkmış!
Her kitapta farklı başkarakter çıkartan ‘Narnia Günlükleri’nin orijinalinde bulunmamasına rağmen, hayranlarından dolayı Susan ve Peter’ı, kısa süreliğine filme dâhil eden yönetmen Michael Apted, bilgisayar tabanlı görüntülerle yarattığı dünyayı başarılı aksiyonlarla zenginleştirmeyi bilmiş. Sinir bozucu Eustace rolündeki Will Poulter’ın ‘Ejderha’ hali ve savaşçı fare ‘Reepicheep’, filmin en göze çarpan karakterleri. ‘Prens Kaspiyan’ın ağırlığına karşın daha canlı olan ŞAFAK YILDIZI’NIN YOLCULUĞU’nun süresi de kısa. Doyurucu efektlerle ilgiyi taze tutan yapımın 3D olmasıysa, renkleri belirginleştirmenin ötesinde pek anlam ifade etmemiş. Çünkü 3D sahnesi yok denecek kadar az! Neredeyse sürekli denizde geçen ŞAFAK YILDIZI’NIN YOLCULUĞU’nda ejderha ve tek ayak görüntülerindeki gerçekçilik, gemide sağlanamamış! Özellikle su yılanıyla savaş sahnesinde başarı oldukça düşük... Bunun dışında, Kaspiyan’ın Lord Ramandu’nun kızı Liliandil ile evliliğinin verilmeyişi kafa karıştırıcı! Acaba bu, bir sonraki kitap ‘Gümüş Sandalye’de miydi diye düşünmeden edemedim.
Yolculukta karşılaşılan farklı dünyalarda fantastik vurgu daima bulunsa da asıl hedef, hayata yönelik mesajlar vermek! Bu da, olağandışı sahnelerdeki anlatımı saçmalıktan kurtarıyor. El kamerasının sıkça kullanıldığı film, insanı kendini tanıma sürecine sokup kıskançlık, hırs gibi duygularıyla yüzleşmeye itiyor. Nihayet ortaya çıkan ‘Aslan’da Tanrı kavramını resmeden yapım, bu yönüyle eğitici! ‘Prens Kaspiyan’da yeterli gişe yakalayamayan ‘Narnia Günlükleri’, bakalım karanlığı yenmek için yola çıkan ŞAFAK YILDIZI’NIN YOLCULUĞU’yla hedefine ulaşabilecek mi?
Anibal Güleroğlu

8 Aralık 2010 Çarşamba

MALATYA’DA GÜNEŞİ GÖRDÜM…


Bu yıl ilki düzenlenen ‘Malatya Film Festivali’, oldukça renkli geçti! Malatya Valisi Doç Dr. Ulvi Saran’ın teşvikiyle İstanbul Organizasyon tarafından gerçekleştirilen festivalde komedi sinemasından örnekler izleyiciyle buluşturuldu. Uzun metrajdaki tek temsilcimiz, Murat Şeker’in ‘Çakallarla Dans’ filmi de Kemal Sunal adına verilen ‘Halk Ödülü’nü aldı. Gelecek yıl ‘Hırant Dink’ için de bir bölüm açılması önerisinin yapıldığı MUFF’ta Murat Şeker’in, Kapanış Töreni’ne katılan Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın varlığını fırsat bilip ‘Emek Sineması’nın mevcut haliyle korunması’nı istemesiyse yerinde bir çakallıktı! Bakan’dan cevap alamayan bu istek ‘Bravo’lar ve yoğun alkışlarla desteklendi! Halkla bütünleşmeyi bilen Murat Şeker’in 17 Aralık’ta vizyona girecek olan ‘Çakallarla Dans’ filminin de şeker gibi olduğunu da hatırlatalım…
Malatya’yı Nemrut’tan izlenen güneş gibi parlatan festivalde, ‘sansür’ karşıtlığı ve alaycı diliyle dikkat çeken Otar Iosseliani de ‘demokrasi’ üstüne yorumlarıyla beyinlere ışık tuttu. Demokrasiyi en büyük sansür olarak gören ve yaşadığı Fransa’nın demokratlığından bahsedilemeyeceğini sözlerine ekleyen Otar, Fransa’nın ‘polis rejimi’ olduğunu belirtti. ‘Yaşam Boyu Başarı Ödülü’ alan senarist-yönetmenin ‘Demokrasi bir salaklar birliğidir’ sözleriyle bizim peşinden koştuğumuz bu kavrama getirdiği farklı bakış oldukça düşündürücü! Günümüz sinemasının ürünlerini ve sanatçılarını birbirine benzer bulan bu sıra dışı adamın yarattığı ‘muhalif ve sorgulayıcı’ atmosferi ne yazık ki bizim kalıplaşmış film sektöründe görmek mümkün değil! O yüzden de hemen her film birbirinin kötü kopyası! Tıpkı siyasi partilerde olduğu gibi…
Tek model anlayışı süredursun, farklı formatıyla dikkat çeken MUFF’ta her derde deva kayısı ‘kristalize’ oldu ve ödüller sahiplerini buldu. Ancak asıl önemli olan katılımcı ünlülerin tavırlarıydı. Kenan Işık ve Ali Sunal’ın da bulunduğu gecede Ayşen Gruda’yla Erol Günaydın’a ‘Onur Ödülü’ veren Türkan Şoray ve Fatma Girik konuklara geçmişin anılarıyla hoş dakikalar yaşattılar. Nilüfer Açıkalın, Nehir Erdoğan ve İzzet Günay’ın halka inen sevgisine, ‘Kavşak’ filmiyle katılan Güven Kıraç’ın sempatikliği de eklenince festival sıcacık bir havaya büründü. Buna karşın Sinan Çetin’in gelmemesi ve programdaki ‘Kâğıt’ın oynamaması, yönetmeni tanıyanlar için, malumun beyanıydı. ‘Altın Portakal’da yer alan ‘Kâğıt’ın galasını bekleyen Malatyalılar’ın hevesleriyse kursaklarında kaldı. ‘Flört Grubu’nun konseriyle coşup Komagene Krallığı’nın dev tanrılarıyla birlikte MUFF güneşinin doğuşunu izlerken, arka planını bilmesek de böylesi kaprisler çok yersiz ve önemsiz kalıyor… Ancak gölgesine bakıp büyüklük taslayanlar unutmasın ki, gölgeler önden ışık aldıkça büyür. Sinema dünyasında en büyük ışık kaynağı da, ‘seyirci’! Işığın artarak parlasın Malatya…
Anibal Güleroğlu

‘Av Mevsimi’nin temposunda ruhlar tükenmekte!



Hayat, bir sürek avıdır ve en acımasız içgüdüdür yok etmek! Kan dökmenin vahşetine kapılınca insan, taşlaşıverir en yufka yürek. İşlenen cinayetin susturulamaz tanığı ve acımasız yargıcıdır, öz bellek. İşte bundan dolayı fayda etmez cinayeti, yerin tüm toprağıyla örtmek… ‘Av Mevsimi’nde acımasızca devam ederken sürek, yok olan av mıdır yoksa avcının ruhu mu, düşünmek gerek!
Bir cinayet ve üç farklı karakterde polisin öyküsü, AV MEVSİMİ… Avcı, Deli ve Çömez iç dünyalarında fırtınalarla boğuşurken bir yandan da avlarının peşinden koşarlar. ‘Av Mevsimi’nin kokusunu çok iyi alan Battal’ın gösterdiği istikamette, hayatlarının değişeceğini bile bile giden cinayet masası polislerinin her şeyi inceleyen gözleri, bir aralık bulup gerçeği görmenin peşindedir…
Cinayet-polisiye türü, işlenmesi en zor konulardan biri! Çünkü ya konuyu işlerken her şeyi çok net verirsiniz. Bu sonu baştan gösterdiği için heyecanı öldürür. Ya da çözüme giden yolda sağ gösterirken sol vurursunuz. Bu da mantık hatası yapmamak için, oldukça derin ve özenli bir senaryo gerektirir. Veya cinayeti arka planda bırakıp ruhsal etkileşimi öne çıkartırsınız. Türün en kolay işlenişi budur! ‘Bu coğrafyaya bir polisiye film kazandırmak için’ yola çıkan Yavuz Turgul da bunu seçmiş. Turgul, ilk kez denediği bu projeye Yavuz Tanyeli’nin bir resminden yola çıkarak 2004 yılında başlamış. Zaman içinde kendiliğinden gelişen hikâyede olaylar yerlerine otururken, en baştan aklında olan vazgeçilmez oyuncusu Şener Şen’in yanına Çetin Tekindor ve Cem Yılmaz’ı da katan senarist-yönetmen, iz bırakacak bir eser ortaya çıkartmak için çalışmış. Alışılmış anlatım dilini ve müzik seçimini tekrarlayan Turgul, ‘katil kim’ sorusu yerine böyle bir cinayetin insanlar üstündeki etkisini hedeflemiş! ‘Avcı’ karakterinde, yılların yorgunluğunu üstünde taşıyan, av peşinde koşmaya mecali kalmamış bir polisi canlandıran Şener Şen, diğer filmlerine nazaran daha ağır. Komedilerde görmeye alıştığımız Cem Yılmaz, zaman zaman mizahi üslubuna dönmekten kurtulamıyor. Geneline bakınca, içinde fırtına yaşayan ‘Deli’nin hakkını vermeye çabaladığını görmek mümkün. ‘Battal’ olarak filme ağırlığını koyan ve rolüne adapte olmayı bilen usta tiyatrocu Çetin Tekindor’sa, sesi ve mimikleriyle yine mükemmel! ‘Çömez’ Okan Yalabık’a gelince, cinayetlerle kirletilmişlik duygusu yaşayan ve sevdiği kızla ilişkisinde bocalayan tip olarak yapımdaki karakteriyle gayet uyumlu. Melisa Sözen de, polisiyelerin olmazsa olmazı, duygularıyla mantığı arasında bocalayan ‘âşık kadın’ı canlandırmakta pek zorlanmamış…
Genç nesille bir öncekini kaynaştıran AV MEVSİMİ’nde kadını ‘güzel ama zehirli’ bir varlık olarak gören gözlere ‘töre’ kavramı eklenince filmin sosyal boyutu da ortaya çıkıyor! ‘Kimi aileler için mukaddestir namus meselesi’ sözleriyle ‘töre’nin acımasızlığını gündeme getiren AV MEVSİMİ, namus için kardeşlerini kıyasıya dövmekte hatta öldürmekte sakınca görmeyen erkeklere ve bunu teşvik eden babalara da mesajını yolluyor! Gerçeğe ulaşmak için farklı açıdan bakmayı öneren filmde kadro güzel, konu özel ama ah şu ‘çatışma’ ve ‘takip’ sahneleriyle gereksiz uzatmalar olmasa… Teşkilattan en iyi şekilde uğurlanmayı bekleyen ‘Avcı’, onca sene avın nasıl vurulacağını öğrenememiş! Oyuncuları, sokakta ‘polisçilik’ oynayan çocuklara çeviren bu sahneler neden daha gerçekçi çekilemiyor? Teknolojinin olanaksızlıktan kullanılamaması bir yana acaba yabancılar gibi idmanlı olmamaktan kaynaklanıyor olabilir mi? İçerikte, yabancılara özenilip benzerlerinden esinlenilirken bu hususta da örnek hedefler seçmekte ve kendimizi geliştirmekte fayda var. Aksi takdirde, bu türde ilerlenecek yol ‘bir arpa boyu’nu geçemeyecektir.
Cinayet konusunda fazla cesaret sergilemeden, insan doğasını irdelemeye yönelen AV MEVSİMİ, aksiyon oyunculuğundan ve anlatım akıcılığından sınıfta kalsa da, ‘Ejder Kapanı’ gibi örneklerle kıyaslandığında, bugüne kadar yapılanların en iyisi olarak sinemamızda yerini almakta! Dolayısıyla, ‘Görülmeye değer’ diyebiliriz…
Anibal Güleroğlu