26 Şubat 2011 Cumartesi

İnternetin son kurbanı ‘Mukaddes Yenge’!


‘Endüstri toplumu’ ile ‘Endüstri sonrası toplum’ arasında bir yerlerde bulunan ülkemizde, toplumsallaşmanın bir etkileşim süreci olduğu gerçeğinden hareketle, televizyon ve internetin yönlendiriciliğinin fazlaca hissedildiğini söyleyebiliriz. Uzun süre ve çeşitlilikleriyle bireylerin boş vakitlerinin çoğunu işgal eden diziler, etkileşimde başı çekmekte! Toplumsallaşmada ilk etken kurum ‘aile’yse diziler sayesinde arka plana itilmekte. Bu noktada, kişiliğin temelini oluşturan ‘benlik’ kavramını temelden etkileyen yapımlarla, davranışlarını biçimlendiren kesimin sadece çocuklar olduğunu düşünmek hatadır. Çünkü moda haline gelen oyun ve paylaşım sitelerinin dizilerde sürekli işlenmesi, ulaşılmak istenen hedef kitlenin geniş tutulduğunu bize göstermekte!
Her konuda nasihati vazife edinen ‘Papatyam’da Necati Bey ve ailesinin sanal oyunlara merak sarıp torunları aracılığıyla hesaplar açtırmaları… Gençlik dizilerinin mutlak şartı haline gelen paylaşım muhabbetleri… ‘Çocuklar Duymasın’da bir dönem Meltem’le Gönül’ün sanal çiftlik tutkusu… Bunlar internetteki bazı özelliklerin ‘Bilmeyen kalmasın’ zihniyetiyle pompalandığı yapımlardan birkaçı. Dönem dizileri hariç hemen hepsinde göze çarpan internet furyasına son katılan diziyse ‘Fatmagül’ün Suçu Ne’! Kerim’in ‘Fatmagül’ün ders çalışması için’ kapıp getirdiği bilgisayarla iletişim çağına ayak uyduran dizide, internet ders yerine eski göz ağrılarını bulmaya yaradı. Kendinden beklenmeyen şekilde İngilizce konuşan Kerim’in, kapasitesi düşük e-postasından bir zamanlar fingirdeştiği turist kız çıktı. Çılgın yenge Mukaddes de, arama motoru sayesinde kendisini hamile bırakıp kaçanı hatırlayıverdi. Adamı bulmanın heyecanıyla yanaklarına al basan Mukaddes, al al giyinip sokağa düştü! Tabii her zamanki göğüs dekoltesiyle… İster misiniz, bu kılıkta ortalıkta dolanırken tecavüze uğrasın ve de dizi, ‘Mukaddes’in Suçu Ne’ye dönüşsün! Biz de hayal gücümüzü çok mu abarttık? Sanal dünyayla etkileşimin sonucu olsa gerek…
Anibal Güleroğlu

Hastalar uyanın! ‘Doktor Ne Demek?’…


Ülkemizde, yıllar süren zorlu eğitimin karşılığını alamayan yegâne kesim olan doktorlar yine tedirgin! Anatomi kitabıyla yatıp kalkan, doktorlaşırken asosyalleşen, hasta iyileştirmek üzere yetişirken kendi sağlığından ödün veren ‘çilekeş’ler bir türlü tatmin edici çalışma koşullarına kavuşamamakta… Tıpta Uzmanlık Sınavı(TUS) badiresi, tam gün yasası vs. derken bir de ‘Performans’ çıktı başlarına. Hastanede çalışmayı tercih eden doktorları mesleki çatışmaya sürükleyecek olan bu yasanın en büyük zararıysa hastalara!
Üniversite hastanelerini işletmeye çeviren, ‘Ne kadar hasta, o kadar para’ zihniyeti her şeyi iş üretme üzerine kurup mesai saatleri içinde eğitim yapılmasını da engelliyor. ‘Üniversiteler hastaneye sahip olmasın’ gizli mantığı, mali kıskaçlarla birleştirilince ortaya çıkan baskı ortamı, doktorları ve dolayısıyla iyileştirilmeyi bekleyen hastaları mağdur ediyor. Mali özerkliğin olmadığı durumda, akademik özerklikten söz edilemeyeceği gerçeğini göz önüne seren yaptırım taktikleri, bilimsel bağımsızlığı da etkiliyor. Ayrıntılara inildiğinde, görünürdeki iyileştirmelerin arka planda pek çok sakınca barındırdığı ve mağduriyetler yarattığı görülüyor. Nasıl ki, üniversitelere ‘eğitim’ amacıyla devlet hastanelerini kullanma olanağı sağlayan tam gün yasası, yapıcı görünüşünün ardında bilimsel denetim gibi riskleri taşıyorsa, çok çalışan doktorlara ödül gibi sunulan performans yasası da, hastaların ayaküstü bir ilaçla yollanması sonucunu beraberinde getiriyor. Çelişkilerle dolu yapılanma sürecinde, bir yandan tam gün yasasıyla hasta doktor hatasına karşı sigorta güvencesiyle korumaya alınıyor. Öte yandan, performans yasasıyla zaten yetersiz olan muayene süresi kısaltılıp, doktordan daha çok hastaya bakması istenerek hasta riske sokuluyor! Hasta bakmaktan ayakta duramayacak hale gelen doktordan ‘doğru teşhis’ beklenebilir mi? Tabii ki, HAYIR! Sağlık bilincinden yoksun hastalar uyumayı ve körü körüne doktorları suçlamayı sürdürürken, mesleğinin önemini idrak etmiş olan yansız ve akılcı her doktor buna tepkisini koyuyor…
Hasta sever doktorlardan ‘klip’li eylem
Öğrenim hayatları boyunca ‘yarış atı’na döndürülen ve engelli koşuda başarılı olup parkuru tamamlayan doktorları, hasta muayene yarışına sokan performansa en son protesto, Ankara’daki Tıp Fakültelerinde görevlerini sürdüren asistan hekimlerden... Sağlık sisteminde dönülmez bir noktaya gelmeden gerekli değişiklikler için çeşitli üniversite hastanelerinde yapılan kınamaların en ilginç olanı da bu! Athena’nın parçasına kendi sözlerini uyarlayan doktorlar, ‘Doktor Ne Demek’ şarkısıyla hem hükümete seslerini duyurmaya hem de halkı ve polisi uyumayıp sağlıklarına sahip çıkmaya çağırdılar. ‘Performans Bakanı duy sesimizi’ diyen hekimler, ‘çalışma barışı’nı ve ‘sosyal dayanışma ruhu’nu bozan uygulamayı protesto ettiler. ‘Biz tüccar mıyız’ sorusunu, bir hastaya beş dakikayı yeterli gören Sağlık Bakanlığı’na yönelten ‘hasta sever’ doktorlar, beş dakikada değil muayene etmek hastanın ad-soyadını kaydetmenin dahi mümkün olmayacağı gerçeğini, uyanmamakta direnenlerin beynine işlemeye çalıştılar… Anlayana sinek saz, anlamayana bu sesler caz!
Eskimo taktiğinde ‘Tıp eğitimi’ gereksiz…
Görünen o ki, ‘Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir’ gidişatına sokulan hastane sistemi, listesini kabartıp cebini doldurmak için hasta kıyımı yapacak ‘tacir doktor’ modeli peşinde! Öyleyse, hastaneyi ‘ticarethane’, hastayı da ‘müşteri’ sayan sistemde, hasta layıkıyla muayene edilmeyecekse, bir yığın bilgilerin alındığı onca meşakkatli ‘tıp eğitimi’ne ne gerek var? Bu durumda en verimli yol, hastanelerine göz dikilen tıp fakültelerini kapatmak! İlaç yazmaktan başka bir icraatta bulunmaz hale getirilen doktorların hiçbir değer taşımadığı ortamda, lüzumsuz çünkü. Nasılsa, ilaç şirketleri her derde deva ürünlerini hizmete sunmakta… Laboratuarlar rutine binmiş tetkikleri yapmakta… Hastalar da, şikâyetlerine ‘Google’dan bakıp teşhis koysun! Hiç olmazsa orada zaman kısıtlaması yok. Bilgisayardan anlamayanların imdadına da ‘komşu’ tavsiyeleri veya televizyondaki ‘uzaktan tedavi’ programları yetişir… Böylece hem hasta iyileştirme amacından uzaklaştırılan doktorların eğitimi için ayrılan bütçeden tasarruf edilir, hem de her aileye üç çocuk telkin edilen ülkemizin sigorta sistemine yük olan gereksiz vatandaşlar mevcuttan düşülür! Eskimolar, yiyecek sorununu çözmek için, yaşlı ve hastaları ya soğuğa ya da ayılara teslim ederlermiş… ‘Para pazarda, uyku mezarda’ özdeyişiyle genç doktorlar yetiştirenlere karşı, maddiyatçı yasalarla ‘insan sağlığı’ mefhumunu unutturup ‘paragöz’ olmayı dikte eden sistem de, bu kültürün farklı bir yansıması…
Uyuyan hastalara öneri…
Sağlıklarının ‘doktor hatası’ yüzünden bozulduğunu iddia edip hedef tahtalarına doktorları yerleştiren hastalara da benden naçizane bir öneri… Yeni yasaya dayanıp ‘hasta bakma makinesi’ne çevrilen hekimler yerine, onları bu hale getirenlere karşı gözlerini açmaları! Doktorluk, performans yarışını kaldıracak bir meslek değildir. Sürücülerin bile devamlı olarak araç kullanmaları 4,5 saatle sınırlandırılmışken, insan sağlığından sorumlu olanlara ‘daha çok hasta’ teşviki yapmak hatalı teşhislere ve ölümcül sonuçlara davetiyedir. Dolayısıyla hastaların artık uyanıp, sağlıklarıyla oynayanların özenli kontrollerden geçtiklerini hatırlayarak, bu gerçeği görme vakti gelmiştir! Tabii, sadece ilaç yazdırma hastalığına tutulduğu için hastane koridorlarını işgal eden veya parmak ucundaki sızıdan dolayı doktora koşan hastalar(!) bunu umursamayabilir. Ancak, ‘Doktor pazarda, hasta mezarda’ dememek için performansı değil, hastasına yeterli ilgiyi gösteren huzurlu doktorlardan oluşan sağlık sisteminin bir gün herkese gerekli olacağı hakikatini inkâr etmek de kimsenin haddi değildir. Ne doktorlar tacir, ne de hastalar ticaret malıdır! ‘Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi’ demiş Kanuni Sultan Süleyman… Bizim de uygulamaya konulanlara bakıp ‘Olmaya vatandaş uykuda bir kurbanlık koyun gibi’ demek geldi içimizden! Beş dakikalık performansta, kalın sağlıcakla…
Anibal Güleroğlu

Hürremleşen ‘Muhteşem Yüzyıl’ın eksileri…


Daha başlamadan tepki çekip Meclis’in bile gündemine gelen ‘Muhteşem Yüzyıl’a yapılanların önyargı olduğunu savunarak haksızlıkları eleştirmiştik. Kanuni Sultan Süleyman’ın hayatından kesit olduğu söylenen yapımın ‘Harem’ ve ‘içki’den dolayı yersiz eleştirilere maruz kaldığını belirtmiş, ufak tefek eksiklerine rağmen başarılı bir yapım olduğunun altını çizmiştik. Gerçekten de ‘Tudors Hanedanı’na benzer çizgisiyle dikkat çeken ‘Muhteşem Yüzyıl’, tepkilere inat beğenilen bir dizi olmayı başarmıştı. Bu başarı artarak sürmekte… Özellikle eğitimli kesiminden alınan reyting oldukça yüksek!
Ne var ki, sergilenen pembe tabloya karşın ‘Muhteşem Yüzyıl’ın ilk görünümünden kaymaya başladığı ve hatalara sahne olduğu da bir gerçek. Son bölümde Sultan Süleyman’ın kız kardeşi Hatice’nin cariyeyle, modelde bazı farklılıklar olsa da aynı tür ve renkte kıyafeti giymesi, üstelik bunun ikisinin bir arada olduğu sahnede resmedilmesi dikkat çeken bir hata! Hürrem’in sütünün zehirli olduğu bahanesiyle, jet hızıyla Şehzade Mehmet’e sütanne bulunmasıysa mantıkla bağdaşmamakta... Şehzadeler sütanneye böyle alelacele mi teslim ediliyordu, yoksa Saray mevcudunda her an emzirmeye hazır bir sütanne mi bulundurulmaktaydı?
Her geçen bölüm biraz daha ‘Hürremleşen’ yapımda haykırışlarıyla kulak tırmalayan Hürrem’in belirgin şekilde dizinin odak noktası haline getirilmesi de, anlatılmak istenen Sultan Süleyman’ın ağırlığını yok edici bir yaklaşım! Başlangıçta padişaha yaraşır duruş sergileyen Halit Ergenç’in tavır ve konuşmasıyla makamın ağırlığından uzaklaşmasıysa ayrı bir konu. ‘Binbir Gece’de bile daha ciddi duran Ergenç’in, sıradan biri edasıyla ‘Gidip de bir kız kardeşime bakayım’ demesi veya dışarıda çığlıklar atılırken, hani neredeyse ağzından sular akarak, Hürrem’le oynaşmayı sürdürmesi padişah kimliğiyle bağdaşmıyor. Gittikçe artan reyting, ‘Nasılsa tuttu’ rahatlığıyla kaliteden ödün vermeye ve yozlaşmaya yol açmamalı… ‘Muhteşem Yüzyıl’, padişaha layık özeni hak ediyor!
Anibal Güleroğlu

25 Şubat 2011 Cuma

Aykırı bir tat; ‘İncir Reçeli’…


İnsanlara, fazla konuşmadan yas tutmayı ve Defne’yi güzel güzel anmayı tavsiye eden; medyamızı da medeni toplumun gereklerine uymaya çağıran Okan Bayülgen’in ‘Disko Kralı’nın konukları arasında bu hafta gösterime giren ‘İncir Reçeli’nin oyuncuları ve senarist-yönetmeni de vardı. Gecenin güne döndüğü saatlerde böyle ince mesajlar veren Bayülgen, 300 yıl sonraya aktarılacak Türk erkeklerinden örnekleri gösterip küfür durumlarının yaşandığı yarışma programlarına laf vurduktan sonra ‘İncir Reçeli’nin tanıtımını izlettirdi. Etkileyiciliği bu kısa gösterimden bile belli olan yapım hakkında konuşan senarist-yönetmen Aytaç Ağırlar, ayağındaki kırığı nazara bağlayan Melike Güner’le, sabah uyandığında gözünü şiş bulduğunu söyleyen Sezai Paracıklıoğlu’nun yer aldığı filmi çekerken çok keyif aldıklarını belirtti. Bir metropol aşk hikayesini anlatan filmde karakterlerin daha önce görülenlere benzemediğini belirten yönetmen, Türkiye ve Avrupa dahil olmak üzere hiçbir yerde rastlanmayacak şekilde, aşkta aykırı durumlar sergileyen karakterler işlediklerini vurguladı. Hikâyenin derinliğine inmek istemeyen Ağırlar, ‘İncir Reçeli’ni tam anlamıyla gidilecek, görülecek bir yapım olarak nitelendirdi! Filmdeki ‘katil bahçıvan’ durumundan dolayı basından uzak durduklarını açıklayan senarist-yönetmen, ‘İncir Reçeli’ni izlerken ortasına kadar beklemek gerektiğini, gelişen durumlarla tüylerin dikileceğini söylemekle yetindi!
Kısa versiyonuyla 2009 ‘Adalar Film Festivali’nde ikincilik ödülü alan ‘İncir Reçeli’, Aytaç Ağırlar’ın ilk uzun metraj yapımı! Kültür Bakanlığı tarafından desteklenen ‘İncir Reçeli’nde, çekilmemiş senaryoların yazarı Metin ile sıra dışılığıyla dikkat çeken Duygu’nun öyküsü anlatılmakta… Umutsuzluk, aşk ve hayatın gerçeklerini iç içe sunan filmde ‘Duman’ adlı parça da oldukça etkileyici! Savrulan yargıların ucuzluğunda, izleme hakkını ‘İncir Reçeli’nden yana kullananlar, saklandıkları yerden aşk için çıkanların zihinlerde bıraktığı aykırı tadı keşfedecekler…
Anibal Güleroğlu

Bir evlilik sonrası masalı: YA SONRA…


‘Şarkıcı, oyuncu ve nihayet yönetmen’ anonsuyla ‘Ya Sonra’ filminin tanıtımının yapıldığı ‘Canlı Haber’de Özcan Denizi konuk etmişti Can Dündar, isyancıları ‘Haplanmış fareler’ olarak gören Kaddafi’nin ve hararetli olayların ardından…
‘Bu kadar yoğun gündemin içinde nihayet soluk alabileceğimiz bir haber verelim’ diyen Dündar, ilk tepkilerin olumlu yönde olduğunu belirterek Deniz’e yönetmenlik kararının ardındaki sebebi sormuş; Türkiye’deki karakterlerin kısıtlı ve ezbere oturtulmuş görüntüsünden duyduğu sıkıntıyı dile getiren Deniz de, kafasındaki çok daha renkli karakterleri uygulamaya koymak için yönetmenliğe soyunduğunu belirtmişti! Dündar’ın ‘afiş’ krizine değinmesi üzerine filmin yapımcısının da, yönetmeninin de kendisi olduğunu açıklayan Deniz, sadece konu için ilham aldığını hatırlatmıştı. Senaryoda her kesimden insana yer verdiğini söyleyen Deniz, ‘Anlayana mesajın kralı var’ diyerek eleştirileri cevaplamıştı! ‘Popüler sinema olarak yurt dışında kasarız’ açıklamasıysa, kısıtlı zamanda hızlı röportaj gerçekleştiren Deniz’in Türk sineması hakkındaki haklı görüşüydü!
Bir aşk masalının evlilikle ‘Son’a erdiği yerden başlayıp ‘Ya Sonra’ diyerek devam eden film, gerek müziği gerekse akıcı konusuyla yabancı romantik komedilerden farksız! Sondan başa dönerken, kadının aile içindeki konumuna ve erkeğin karısını kendi egemenliğiyle ezmesine değinen ‘Ya Sonra’, kadının benlik kazanmasına izin vermeyen ataerkil düzene karşı bir ders niteliğinde… Sahipsiz hayvanlara da dikkat çeken filmde en önemli ayrıntı, tüm oyuncuların dizilerdeki karakterlerinden sıyrılmayı başarabilmiş olması! Lütfi Kırdar Kongre Merkezi’ndeki galası TRT Türk’teki ‘Bu Ülke’ programından canlı yayınlanan ‘Ya Sonra’, evlilikte boş vermişliğe düşen erkeklere kadının kimliğini hatırlatan niteliğiyle, hoş olmanın yanı sıra boş olmadığını da ispatlayan bir çalışma… Evlilik öncesi masal okuyanları, unutkanlık uykusundan uyandırmak için böylesi bir evlilik sonrası masalı iyi gider!
Anibal Güleroğlu

Karanlığa kanatlanan ‘Siyah Kuğu’…


Ruhun bedenle hesaplaşmasında, dönüşümün girdabını yaratır çaresizlik… Masumiyetin yitirilmeye başlandığı noktada, renk değiştirir kişilik… Kanatlanırken karanlığın doruklarına, mükemmelliğin ardına gizlenir ezilmişlik… İyilikle kötülük aynı bedendedir aslında, ikisinin çatışmasında yaşanır tükenmişlik!
Tüm arzusuna rağmen başarılı olamamış balerin eskisi bir anne ve onun başrol hırsına kurban giden kızı… Baleyi psikolojik vurgulamalarla öyküleştiren SİYAH KUĞU (Black Swan), tutkunun felakete dönüşümünün şiirsel anlatımı! Saf ve ürkek duruşuyla ‘Beyaz Kuğu’ rolünün en güçlü adayı Nina, içindeki hırslı kişiliği dışa vurmakta yetersiz kaldığı için ‘Siyah Kuğu’nun gücünü gerektiği gibi yansıtamaz. Başarıya giden yolda kendi kendisiyle savaşan yetenekli balerin, bir yandan da hamile kaldığı için baleyi bırakan ve bunun acısını aşırı disiplinle kızından çıkartmaya çalışan annesinin baskısıyla mücadele etmek zorundadır…
Balenin sinemaya kusursuz uyarlaması olan SİYAH KUĞU, dramın sanatla buluştuğu bir yapım! Darren Aronofsky tarafından farklı bir anlatımla ele alınan ‘Kuğu Gölü Balesi’nin etkileyici danslarıyla süslenmiş. Hiç düşmeyen temposuyla son ana dek sürükleyiciliğini korumayı başaran SİYAH KUĞU, Çaykovski’nin enfes müziği eşliğinde, tırnak çatlatacak derecede tutkuyla yapılan dansın büyüsünü yaşatmayı başarıyor. Aronofsky’nin mükemmel kamera kullanımıyla görsel bir şölen olarak beyinlere işlenen sahnelerde karanlıkla aydınlığın, iyilikle kötülüğün, şehvetle saflığın iç içe geçmişliği yaşanıyor. ‘En İyi Kadın Oyuncu’ dalında Oscar’ı fazlasıyla hak eden Natalie Portman ise olağanüstü bir oyunculuk sergiliyor. Yüz ifadesi başta olmak üzere tüm benliğiyle, canlandırdığı karakterin çelişkili ruh halini inanılmaz bir gerçeklikle yansıtıyor. Yükselme hırsını tatmin edememiş annenin himayesinde yetişen masum kızın, başarıya giden yolda zaman zaman canavara dönüşümünü dikkat çekici bir ustalıkla sergiliyor. Tabii yapımdaki diğer karakterlerin katkısıyla… Dolayısıyla, sinemada insan faktörünün ve oyunculuğun, efektlerle desteklenen aksiyonlardan çok daha önemli olduğunu ispatlayan SİYAH KUĞU için ‘Performansı bütüne yayan bir ekip çalışması’ demek hiç de yanlış olmaz!
Parıltılı ve erişilmez görünen sanat dünyasının arka planındaki çekişmeleri ve bunların dramatik etkilerini gösteren filmde kusursuzluk arayışındaki beden ve ruhun başarıya ulaşmak için tatminkâr bir gevşeklik yakalaması gerektiği vurgulanmakta... Rekabetin yarattığı gerilimle içe kapanan Nina’nın beyaz kişiliğinin altında yatan siyahlıkla yaşadığı iç çatışma, izleyeni de fazlasıyla etkilemekte... Düşlerin gerçeklerle kucaklaştığı SİYAH KUĞU, ikilemlerle dolu bir öykünün başarılı işbölümüyle sinemaya aktarılmasının çok ötesinde! Başarıya giden yolda aşmamız gereken tek engelin benliğimiz olduğu mesajını veren filmde, ölçüyü kaçırdığımızda en büyük kaybımızın yine kendimiz olacağı da vurgulanmakta! Varoluşla yok oluşun buluştuğu noktada, şeytan gibi ruhları karanlığa kanatlandıran SİYAH KUĞU, izlemeye doyulamayacak güzellikteki yapımlarından biri olarak sinema tarihinde yerini alıyor.

Gerçek aşk KAÇIŞ PLANI yaptırır!
2008 Fransız yapımı ‘Pour Elle-Anything For Her’ uyarlaması olan KAÇIŞ PLANI(The Next Three Days), bir erkeğin sevdiği kadın için neleri göze alabileceğini gösteren bir film! İnsanın erdeme olan ihtiyacının erdemin kendisinden daha önemli olduğu ve kendi yarattığımız gerçekliğin zor durumlar karşısında bizi delilikten kurtardığı mesajlarını vermekte… ‘Kaçış kolaydır, zor olan özgür kalmaktır’ diyen yapımda Paul Haggis, tüm yükü Russell Crowe’a devretmiş! Hırsızlara kilit açma tekniklerini ayrıntılarıyla öğreten, elindekiyle yetinen adalet sisteminin suçlama kolaycılığını vurgulayan KAÇIŞ PLANI’nda mantık hataları oldukça fazla. Bu bağlamda darbe anahtarında parmak izi kontrolünü düşünmeyen hapishane görevlileri başı çekiyor. Bunun dışında korkunç kazadan kıl payı kurtulan TIR şoförünün bir el işaretiyle yola devam etmesi, Laura’nın pardösüsündeki kan izinin önce sırtta sonra göğüste gösterilmesi, yangın söndürücüyü tutan Laura’nın eline kan bulaşmaması gibi pek çok ayrıntı sıralanabilir… Yine de ‘Bir şey yapmadan önce kendimize sormamızı’ öğütleyen KAÇIŞ PLANI, Russel Crowe’ın oyunculuğuyla merakı ve heyecanı sonuna kadar ayakta tutmayı başaran bir film olarak gösterime giriyor. Tabii, dünyanın gerisinden!
Anibal Güleroğlu

5 Şubat 2011 Cumartesi

Deprem sonrası ‘Cezalarını buldular’ diyenden ne farkınız var?


‘Ölüyü recm etmek’ caiz midir?
Bir masal üstünden değinmeye çalışmıştık, Defne’nin ardındaki soru işaretlerine! Saygımızdan dolayı isim kullanmamıştık… Lakin bir de baktık ki henüz toprağa verilmiş biri için pek çok kelam edilmekte! Her konunun uzmanı mümtaz bir şahsiyet, adeta ‘hınç’ alırcasına, erkek savunuculuğuna soyunmuş… Gidenin cevap verme hakkının olmadığını düşünmeden! Görünürde gözü yaşlı eşe ve bebeğe acıyarak, Defne’nin ahlak yargıcı kesilmiş! Kan mı çekmiş yoksa kadını aşağılayıcı tavrından mı ayranı kabarmış da böyle bir yazı döşenmiş, bilinmez… Ama nihayetinde, evde yalnız bırakılıp hastaneye götürülmemesi veya göğsünden hırıltı gelen birinin doktor yerine yemek yemeyi istemesi türünden ayrıntılar atlanarak, yazılan satırlarla adeta ölü recm edilmiş! Yazıklar olsun…
‘Kerata’nın haltlarını mubah görerek, kendini sütten çıkmış ak kaşık sanıp kaleme alınan bu hedef saptırıcı yazıya tepkiler çığ gibi sürerken Gönül Yazar da, Kanal Türk’teki ‘2. Sayfa’ programında ‘İyi dinleyin beni’ diyerek kimsenin dile getirmediği bir noktaya dikkat çekti. ‘Matrak kız’ diye tanımladığı Defne’nin ardından Kerem Altan’ın o gecenin ‘özel’ ayrıntılarını vermesini yanlış bulan Yazar, ‘Hayatta olmayan, cevap hakkı bulunmayan biri için niye konuşuyorsun’ sözleriyle tepkisini dile getirdi. ‘Çok ayıplıyorum o adamı. Herkesi de ayıplamaya davet ediyorum’ diyen Yazar, ‘Gazetecilik bu mu’ sorusuyla da medyayı yargıladı…
Basının içinde büyüyen, aile geleneği olarak medyayı mesken edinenlere karşı yerinde bir soruydu bu! Elbette ki gazetecilik bu değil yani bu olmamalı! Her ne kadar sıra dışılığı vurgulamak ‘Haber değeri’ için önem taşısa da, böyle bir olayda ‘Denge unsuru’ işlemeyeceğinden, cevap hakkını kullanamayacak biri için o satırlar yazılmamalıydı. Sergilenen rezalete ister gazetecilik, isterseniz insani açıdan bakın durumun etik olmadığını çok net görürsünüz! Hısım akrabayı korumak adına, taraflı ahlak yargılamaları yapanlar kervanına katılan kimileri de işin içine hemen dini-imanı sokuveriyorlar; en yüce yargıcın Allah olduğunu unutarak… Tabii bunların medya uzantıları da hemen devreye girip, deprem sonrası ‘Cezalarını buldular’ tarzından naralar attıkları gibi, ‘Su testisi suyolunda kırıldı’ söylemine dört elle sarılıyorlar. Ahlak anlayışı da, iman da kişinin kendi içinde sakladığı kavramlardır! Küçük yaştaki kızları, korumak bahanesiyle, ‘Dinen caizdir’ diyerek kendilerine karı yapanlar; yabancı icadı ilaçlarla cinsel güçlerini artırıp karıların üstünde hayata veda edenler ahlaklı oluyor da Defne’nin ahlakı mı kusur kalıyor? Kul ahlakını sorgulamak, kula değil Allah’a mahsustur! Cenaze namazında çoluk çocuğun ırzına geçene, can alana bile ‘Helallik’ veriliyor, ‘İyi bilirdik’ deniyorsa Defne’yi bahane ederek yürütülen bu ahlakçılık anlayışı ‘ikiyüzlülük’ değil de nedir?
Yazık ki, ciddisini geçtim, renkli yaklaşıma bile rahmet okutan medya türümüzde her şey ‘Mahalle kavgası’ zihniyeti ve ‘Bohçacı kadın’ ağzıyla yürütülmekte! Tıpkı, ulvi kavramlarda sergilenen samimiyetsizlik gibi… Günahlarla sevapların ayrı defterlere yazılıp yargılamanın Allah katında gerçekleşeceği inancıyla, elinizi vicdanınıza(Tabii varsa) koyun lütfen… Kaç kişinin gerçekten umurunda(ailesi hariç) Defne’nin yaşamıyor olması? Düşünüyorum da, başka bir mekânda hayatını kaybetse veya erkek olsa aynıları yazılır mıydı? Tabii ki, ‘Hayır’! Öyleyse boşuna ‘Dobrayım dobra’ diye övünmemek gerek… Bu, olsa olsa bulunduğu konumdan güç alarak ‘Suyu bulandırıp balığı kaçırmak’tır! Bu dobra ahlakçılara soruyorum… Alkol alan bir bayanı, evli ve çocuklu olduğunu bile bile, bekâr evine götüren erkekte hiç kusur yok mudur? Ahlakı ve inancı, beyinde değil de görünen saç telinde arayanların cevabının ‘Yok’ olduğunu duyar gibiyim! ‘Erkek adamdır, ne yapsa haktır’ zihniyeti ve de yandaşlık hâkim olduğu sürece, tüm insani değerlerini( Mevcudiyeti şüpheli) defnedenlere ‘Rahmet ola’…
Anibal Güleroğlu

4 Şubat 2011 Cuma

Kutsal Yer’in derinliğinde keşfedilenler…


Kubilay Han buyurdu: Xanadu’da… Görkemli bir zevk kubbesi dikilsin… Alph’in, o kutsal ırmağın aktığı… İnsan ölçüsüne sığmayan mağaralardan geçip… Günyüzü görmeyen denize döküldüğü yerde...
Böyle demiş, Marco Polo’nun ‘Dünyanın Hikâye Edilişi: Harikalar Kitabı’nın etkisiyle rüyasında gördüklerini kaleme alan İngiliz şair Samuel Taylor Coloridge, ‘Kubilay Khan’ adlı ünlü şiirinde… 54 dizelik bu şiir, yayınlandığı tarih olan 1816’dan beri farklı yorumlarla karşılaşmış, pek çok filmde kendisinden söz ettirmiş. Çizgi film kahramanı Martin Mystere’in ‘Xanadu Macerası’nda, ‘Anubis Kapıları’ adlı yapıtta veya ‘Kutsal Dedektiflik Bürosu’nda bu şiire rastlanmakta... Sinemada en etkili anılışıysa, ‘Yurttaş Kane’ filmindeki hayali ‘Xanadu Malikânesi’ sayesinde olmuş!
Farklı bir serüvene ve gizeme sahip olan bu mısralar bir kez daha karşımızda... Hem de ‘Avatar’ın yönetmeni James Cameron’ın yapımcılığını üstlendiği SANCTUM adlı filmde! Dünyadaki son bakir yer, Espiritu’da insanoğlunun gücünü zorlayan Esa-Ala Mağara Sistemi’ni araştıran Frank Mc Guire, oğlu Josh ve finansör Carl’la birlikte sıkışıp kaldığı ‘İleri Üs’ten kurtulmak için yerin altında bilinmeze doğru ilerlerken, oğluna miras bırakacağı tek şey annesinden öğrendiği bu dizelerdir… Ruhuna huzur veren ve yaşamına amaç olan bu ‘Kutsal Yer’de ölümle yaşam birbirine karışırken, kendinden daha güçlü olduğunu anladığı oğlunu hayatta tutmaya çalışan Frank, onun olgunlaşmasını da sağlayacaktır…
‘Varsayım, tüm çuvallamaların anasıdır’ düşüncesinin bezdiriciliğinin karşısına ‘İnanmak, başarmanın yarısıdır’ fikrinin kışkırtıcılığını koyan öykü, gerçek olaylara dayanmakta! Dünyanın derinliklerinde bilinmeyeni keşfederken, canları pahasına çaba harcayan araştırmacıların karşılaştıkları zorlukları görsel efektlerle birebir izleyiciye yaşatan SANCTUM( Kutsal Yer), bu amaç doğrultusunda teknolojinin tüm yeniliklerini kullanmış. 3D ile daha etkili kılınan derinlik, yükseklik ve karanlık kavramlarının mekânlarla bütünleşmesi oldukça etkileyici. Seyirciyi o atmosfere çeken, su altının basıncını hissettirip ürperten sahnelerin başarısı tamamen çekim tekniğinden kaynaklanmakta. Her ne kadar yapımcı James Cameron, ‘Sinema yapmak hayal gücüyle ilgilidir’ diyerek donanımı ve mali olanakları göz ardı etse de, bu ve benzeri yapımlar maddi olanakların en az hayal gücü kadar gerekli olduğunu göstermekte! Ünlü mağaracı Andrew Wight’ın önerisiyle projeye girişen ve adıyla yönetmen koltuğundaki Alister Grierson’ın önüne geçen Cameron, acaba en yeni kamera sistemlerini kullanmasa böylesine başarılı bir 3D ortaya çıkartabilir miydi? Kesinlikle, hayır!
Dünyadaki en büyük mağara sistemini araştıran bir ekibin gerçek öyküsünden yola çıkıp bunu fikirlerle süsleyerek anlatan SANCTUM, insanın araştırmacı ruhla doğaya meydan okuyuşunu yansıtmanın yanı sıra mantık-duygu ikilemine de değiniyor. ‘Tron Efsanesi’ filmindeki gibi ‘baba-oğul’ ilişkisi üzerine yürütülen öyküde, ‘Babam Romulus’ta ilk yönetmenlik denemesini yapan Richard Roxburg, dalgıç mağaracı Frank rolünün hakkını veriyor. Temponun yavaşlığı veya mekânın sadece mağaradan ibaret oluşu bile filmin başarısına gölge düşüremiyor. Bencillik olgusunun nasıl vahim sonuçlar doğuracağını ve gereksiz inatlaşmaların ölüme sebebiyet vereceğini çarpıcı örneklerle anlatan yapım, nefes almak kadar değerli bir şey olmadığını çok net hissettirmekte! Yaşamda, herkes için kutsal bir yer vardır. Önemli olan ruhumuza huzur verebilecek böyle bir yeri bulabilmek ve onunla varlığımıza bir anlam katabilmek! Yeraltındaki soluk kesen yolculukta, korku ve hırs dolu bir maceranın muhteşemliğini yaşatan SANCTUM, bu felsefenin perdeye uyarlanmış şekli… Tadına varabilmek ve sualtı dünyasının gerçekliğini benliğinizde hissetmek için mutlaka sinemada izlenmesi gereken bir yapım!
Anibal Güleroğlu