31 Ekim 2010 Pazar

‘Kılıç Günü’ de reyting kılıcıyla kesilebilir!


Cumaları dizi rekabetinin en hararetli günü! ‘Hanımın Çiftliği’ dizisinin tartışmasız liderliğini bir kenara bırakırsak, ‘Gönülçelen’, ‘Geniş Aile’ ve ‘Kavak Yelleri’ kendi aralarında az farklarla çekişmekteler. ‘Hanımın Çiftliği’nin yokluğundan istifade ‘Gönülçelen’ birinciliği kaptı. ‘Kavak Yelleri’ biraz gerilese de cumaların asıl kan kaybına uğrayan dizisi, ‘Kılıç Günü’!
Büyük reklamlarla ve Ezelvari şiirsel konuşmalarıyla başlatılan ATV’nin bu iddialı dizisi ne yazık ki, istenilen performansa bir türlü ulaşamadı. Yayın saatinde önceliği ‘Gönülçelen’e kaptıran yapım, saat 23.00’e doğru yayına girip 01.00’e dek sürmekte. Özet göstermeden başlayan ancak dört beş reklamla bölünen dizinin yayınında asıl bıktırıcı olan, her reklam sonrası ‘Bitmeyen Şarkı’, ‘Aşk Bir Hayal’ gibi dizilerin gelecek bölümlerinin tanıtımlarının uzun uzun verilmesi! Önceki bölümde yaşanan ‘ahırın yanma sahnesi’ komedisi gibi, pek çok çekim acemilikleri taşıyan ‘Kılıç Günü’ndeki karakterler de inanmıyorlar sanki rollerine. Alelacele çekilmiş izlenimi veren sahneler, laf olsun torba dolsun söylemler… Özveriyle o saate kadar oturup bekleyenleri hiçe sayanların bunları düzeltme zahmetine girmemesi, dizinin pek de parlak olmayan izlenme oranlarının biraz daha aşağıya çekilmesine sebep olmakta.
Temmuz sonundan beri tanıtımları yapılan fakat tepkiye neden olan ‘eşcinsel’ yatak sahnesiyle adından söz ettirmenin dışında kayda değer bir varlık sergilemeyen dizi, görücüye çıkmadan önceki mini ankete katılan ve ‘Bu yapım tutar’ diyen 1413 kişiyi de yanıltmış durumda! Gerileyen ‘Kılıç Günü’nün bu gidişine bakarsak, toparlanması için acilen Pazar gününe alınması gerektiğini aksi takdirde ‘Sonun başlangıcında’ olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Ramiz Dayı’ya karşı Hafız Dayı’nın sözlerini rakip olarak ekrana çıkaranlar, ‘Dizilerinin geç saatlere itildiği gün reytinglerinin düşeceğini’ düşünmediler mi acaba? ‘Adanalı’dan sonra ‘Kılıç Günü’nün de erken finali an meselesi!
Anibal Güleroğlu

29 Ekim 2010 Cuma

Amerika’nın son şeytanı ‘Son Ayin’de!


Bir sürü yüzle dolu dünyada, bin bir yüzlü Amerika! Yeryüzünün her bölgesinde sergilediği şeytanlıkların bini bin para… ‘Aba altından sopa gösteren’ kurtarıcıdır kimi zaman! Kimi zaman da, alabildiğine tehditkârdır hiç kimseyi umursamadan… Onun yaratmaya çalıştığı dünya düzeninde de şeytanlar başköşededir, sırıtarak utanmadan! Tarikatlarla dolu Amerika’da şeytan, insan ruhuyla beslenirken Tanrı’yı oynamaya soyunanlar da ‘Tanrı’ya inananların, şeytanın varlığına da inanma’ kaçınılmazlığını kendi çıkarlarına kullanmak amacıyla çıkarlar ortaya. Velhasıl-ı kelam ‘Şeytanların, şeytan çıkarma ayinleri’ bir rutindir beyinlerin yıkandığı Amerika’da!
Yılan misali masum insanların içine giren ‘Abalama’, iblislerin en güçlüsü zanneder kendini! Ancak, girdiği bedenin ölümüyle yok edileceği farz edilen bu iblisin bir rakibi vardır ki, asıl ondan gelir kötülüklerin en katmerlisi… Şovmen edasıyla dini vecibeleri anlatan Peder Cotton Marcus, baba mesleğini icra ederken aslında Tanrı’nın ve şeytanın varlığını da sorgulayan gizli bir imansızdır! Cennetin koro şefi şeytanın yarattığı çatışma ortamından nemalanmayı bilen Peder, Lousiana’daki bir çiftlikten gelen yardım çağrısını kabul eder. Çekim ekibiyle Nell adındaki kızın içindeki şeytanı kovmaya giden Peder, şovunu sergilerken olaylar farklı boyutta gelişecektir…
Bir Orta Çağ belası olan ‘şeytan çıkarma’ ayinlerinin halen yapıldığını vurgulayan SON AYİN, sinemadaki ‘konu’ kolaycılığının son örneği! İblise inanmayan ama çıkarma ayinlerini, insanlara psikolojik hizmet gibi gören bir papazın, küçük yaştan itibaren iblisleri tanıtan ve kurtulma yollarını gösteren vaazlarının aksine, yaşananların bir dümen olduğunu ifşa etmek istemesini anlatan filmde olaylar kahramanın kamerasından veriliyor. Türk sinemasındaki ‘cin’ filmlerine karşı Holywood’un vazgeçilmezi ‘şeytan’ı ‘Belgesel’ niteliğinde perdeye taşıyan yapım, ‘Şeytan Çarpması’ filminin bir versiyonu gibi! Türünün klişeleşmiş sekanslarını taşıyan SON AYİN’de şeytan-insan ilişkisinden çok, ‘şeytanlaşan insan’ olgusu verilmekte. Öyle ki, içinde iblis olduğu varsayılan kız, kameramanın uykuda olduğu saatte sergilediği icraatı bizzat kendisi çekmekte! Tabii bu sahnede bir eliyle kamerayı kullanırken bir eliyle de nasıl kediyi parçaladığı tartışmaya açık bir konu. Tıpkı, din kavramını ve şeytan çıkarmayı maskaralığa dönüştüren Peder’in incecik bir tel düzeneğiyle kocaman karyolayı zangır zangır titretmeyi başardığı gibi!
‘Şeytan sana söylüyorum, Amerika sen anla’ havasındaki SON AYİN, korku kılıfına sokulmuş bir komedi. Filmdeki tek dişe dokunur nokta, gelişmişlik konusunda rakip tanımayan ama hurafelere inanan halkıyla tam tersi bir görüntü veren, ABD’nin içler acısı durumu! ‘Şeytan ayrıntıda gizlidir’ diyerek başlangıçtan itibaren susmak bilmeyen Peder’in şovunu izlerken filmin birden sonlanmasına gelince… Ne olduğu belli olmadan ‘Devamı var’ tarzında bitmesi, ‘şeytan’ konusunun daha çok su götüreceği yönünde bir mesaj!
Anibal Güleroğlu

Malatya’dan kayısı tadında bir festival!



Bu yıl birincisi gerçekleştirilecek olan ‘Malatya Uluslararası Film Festivali’nin basın tanıtımı, Malatya Valisi Doç. Dr. Ulvi Saran’ın katılımıyla Point Hotel’de yapıldı. Batının doğusu, doğunun batısı olarak nitelendirilen ve kavşak noktası olarak görülen Malatya, bundan böyle kayısısının yanı sıra film festivaliyle de adını dünyaya duyuracak! Pek çok devlet adamı ve sinemacı yetiştiren Malatya, Valilik desteğiyle hayata geçirilen festivalinde, ‘Kayısı Araştırma ve Geliştirme Vakfı’nın da katkılarıyla çoğu henüz gösterime girmemiş seçme filmleri sinemaseverlerle buluşturacak.
Filmlerin en ucuz biletle seyredileceği festivalde 100’ü aşkın yapım, 300’ü aşkın konuk Malatya’ya gelecek. ‘Altın Portakal’ı aşıp sinemada adını kazıtma hedefindeki ‘komedi’ ağırlıklı festivalin açılış filmi, ‘Badem Şekeri’ni tanıtan Festival Danışma Kurulu üyesi İzzet Günay, Türkan Şoray’la Fatma Girik’i buluşturan bu filmin özelliğinin karakterlerin gerçek adlarıyla oynamaları olduğunu söyledi. Konuları, mizahın türleri olan 10 filmin yarışacağı uluslararası uzun metraj dalındaki yapımların 2010 yılına ait olmasına özen gösterildiğinin vurgulandığı konuşmalarda alışılmışın aksine, Türkiye’nin ‘Çakallarla Dans’ adlı tek bir filmle yarışacağı belirtildi.
Benzerlerinden farkı daha başlamadan hissedilen ‘Malatya Uluslararası Film Festivali’, ‘Mişmiş’ bölümüyle çocuklara seslenip, yan etkinlik ve para ödülleriyle göz doldurmakta. Dünya sinemasının son örnekleri ve dopdolu bir programla festival kavramının ufkunu genişletecek olan Malatya’ya Woody Allen’ın da katılımı beklenmekte. ‘Uzun Boylu Esmer Adam’ın Türkiye galasıysa ‘Kristal Kayısı’ sembollü Malatya Festivali’nde yapılacak! Yepyeni bir formatla sinemaseverleri buluşturacak olan festivalde, Asya film kültürünü geliştiren NETPAC da ödül verecek. Kemal Sunal’ın filmlerini sinema arşivine kazandırma hedefine ve etkinliklerine bakınca, Malatya’nın sinemaya yeni bir soluk getireceğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Anibal Güleroğlu

27 Ekim 2010 Çarşamba

Kadını erkeğe değil, kadına karşı savunun!


Son yılların en moda hareketi, ‘kadın hakları savunuculuğu’! Bir kadın olarak, elbette ki şiddet gören kadınların savunulmasına karşı değilim. Ancak, gözlemlerime dayanarak ve pek çoklarının da düşüncelerime katılacağını bilerek, kadının en büyük düşmanının yine kadın olduğunu söylemek de hakikatleri dile getirme babında kaçınılmaz bir durum.
Garibime giden, ‘Fatmagül’ün Suçu Ne’ adlı dizideki saçma ve bir o kadar da komik ‘tecavüz’ sahnesinin ardından sanki uykudan uyanıyormuşçasına gözlerini açanların arka arkaya yorumlarda bulunmaya başlamaları. Sabah-ı şerif hayrola efendim… Dizideki bu komedi benzeri anlatımı, ‘Çorbada benim de tuzum’ olsun diyerek eleştirenler, buradaki bu dandik sahneden yola çıkıp ahkâm kesenler… Neden çevrenizde olup bitenlere gözünüzü yumuyorsunuz da bu komik sahneyi ‘Gölgede Muhabbet’ programında daha da komik hale getiren parodiye ateş püskürecek derecede önemsiyorsunuz? Neymiş, ‘Gençler dört, Fatmagül sıfır’ demişler! Fatmagül nezdinde kadına tecavüzün mubah gösterilmesine karşı çıkma mantığıyla hareket edenlere soruyorum… Küçücük yaşta defalarca pek çok gözü dünmüş adamın tecavüzüne uğrayan çocuğun, ‘zamanaşımı’ ve ‘kendi rızasıyla ilişki’den dolayı haksız bulunan davasına ne derece tepki gösterildi? Birkaç kez haberlerde karşımıza çıkıp unutulan bu konudaki mağdurların hakkını kim savundu? Dolayısıyla, adından başka kayda değer bir ayrıntısı bulunmayan ‘reklam’ balonu dizi yoluyla isim duyurmak, kadın hakları savunuculuğu değil!
En iyisi, bırakın kadını erkeğe karşı savunmayı. Kadını, kadına karşı savunun! Çünkü maddi menfaatlerin her türlü değerin önüne geçtiği yaşam kurallarında ‘işi bilen’ kadınlar, hemcinslerine daha çok zarar verir oldu. Buyurun, çevrenize bakın. Nice çocuk kadın, menfaat karşılığı dedesi yaşındakilerle gönül rızasıyla birlikte olmakta. Son örneğini, basına yansıyan haberde gördük! İki çocuklu 40 yaşına merdiven dayamış adam, kendisiyle bir yıldır birlikte olan 12 yaşındaki ‘küçük kadın’la arabasında uygunsuz halde yakalandı… Yazık! Bu kızcağızın böyle bir duruma ne sebeple düştüğünün tartışmasına girecek değilim. Ama iş çevrelerinde ve de özellikle medyada, o kızdan yaşça biraz daha büyük olanlar tarafından pek çok örneği kapalı kapılar ardında yaşanmakta! Yeni mezun bayanlar, bir yere kapağı atabilmek için babalarından bile yaşlı müdürlerin yataklarını mesken tutmakta. Duygudan ve her türlü değerden soyutlanmış, karşılıklı fırsatçılıkla yaşanan bu rezillikte şansı olan kadın, kendisine bir masa kapıyor. Kapamayan da ta ki kapana dek, ‘kadın’ sıfatını aşağılamayı sürdürüyor…
Alenen yaşanan, muhakkak hepimizin de şahit olduğu, bu alış-verişte cinselliğini kullanan kadınlar, bilgi ve emeğiyle var olmaya çalışanların hakkına tecavüz etmiyor mu? Ne oldu, neden sustunuz? Birkaç dedikoduyla geçiştirilen, ‘özel yaşam’ denilerek savunulan bu perdelenmiş rezaleti deşmek ‘Fatmagül’ün hakkını savunmaktan daha mı zor yoksa? Siz de haklısınız… İlgi alanınız, erkeğin kadına tecavüzü! Ama unutmayın ki, sayılı yaşanan bu olaya karşın ‘kadının kadına tecavüzü’ her an her yerde boy göstermekte… Ve ne yazık ki, bu sefalete bilfiil zarar görenlerin dışında kimse tepki vermemekte! Amannn… Bizimki de iş mi şimdi? Bırakalım bunları… Nasılsa amaç üzüm yemek değil, bağcı dövmek. Haydi, kadın hakları koruyucuları medya kuruluşları önünde ‘Fatmagül’ü savunmaya devam! Tabii, içerideki hemcinsleriniz birbirinin kuyusunu kazıp hakkına tecavüzü sürdürürken…
Yalnız bu arada MEDİZ’in (Kadınların Medya İzleme Grubu) de hakkını yememek lazım! ‘Türk medyasının fazlasıyla erkek olduğunu’ söyleyip sonrasındaki yazısıyla kendi kendine ters düşen, ‘özrü kabahatinden büyük’ açıklamasıyla daha da hayal kırıklığı yaratan Cüneyt Özdemir’in bu tavrına karşı yolladıkları basın bülteninde, ‘küfürbaz ve akılları, fikirleri sekste olan erkeklerin fırlamalıklarından’ dem vurularak artık medyanın köşe başlarında kadınları da görmek istediklerini beyan etmişler. Kısaca aktardığım bültenin içeriğine tamamen katıldığımı belirtmek isterim. Anti parantez, medyada kadına ısrarla neden bu şekilde yaklaşıldığının anlaşılması için yukarıdaki satırlarımla vurgulamaya çalıştığım ‘kadının kadını aşağılaması’nın vahametini hatırlatarak… Ey saygıdeğer bayanlar! Erkeklerin bu yaklaşımında, kadını sadece seksi bir meta olarak görmesinde hemcinslerimizin suçu erkeklerden daha çok değil mi? Öyleyse var mısınız, kadının hakkını erkekten önce kadına karşı savunmaya?..
Anibal Güleroğlu

22 Ekim 2010 Cuma

‘Sosyal Ağ’, çalıntı bir fikrin gelişim öyküsü!


Modern dünyanın gittikçe yalnızlaşan insanı, teknolojinin gelişimiyle paylaşım biçimlerini de değiştirmeye başladı. Sosyal ortamlarda yüz yüze sohbetler, yerini insani olmaktan uzak mekanik mesajlara bıraktı. Yüzyılın önemli buluşlarından sayılsa da aslında en büyük yalnızlık aracı olan, bilgisayar ve internet günlük yaşamın monoton kıskancında evle iş arasında çabalayanların kurtarıcısı haline geldi! Bu noktada yaratılan ‘Facebook’ ise gençlerin alenen, diğerlerinin de kamufle ederek kullandıkları bir paylaşım(!) ortamı olarak yerini aldı.
Harvard Üniversitesi ikinci sınıf öğrencisi Mark Zuckenberg, bilgisayardaki dehasına karşın sosyal ilişkilerde başarılı olmayan hırçın bir tiptir. Üniversite kulüplerine girme takıntısı yüzünden kız arkadaşıyla tartışan ve onu kaybeden Zuckenberg, alkolün de etkisiyle bir intikam projesi geliştirir. Üniversite bilgisayarından verileri çalan anarşist ruhlu genç, kampustaki bayanların kıyaslandığı ‘Facemash’ adlı bir site yaratır. Birkaç saatte sistemi çöktüren Zuckenberg, daha sonra Winklevoss İkizleri’nin Harvard dâhilinde oluşturmak istedikleri arkadaşlık sitesi fikrini de çalıp ‘The Facebook’u kurar…
‘The Accidental Billionaire’ adlı kitaptan yola çıkılarak yaratılan SOSYAL AĞ, David Fincher’in kamerasını insan olgusuna ustaca odakladığı bir film! Derine inmeyen, geriye dönük anlatımlarla interneti intikam aracı olarak kullanan paranoyak bir beynin ‘fikir hırsızlığı’yla başlattığı süreci yansıtan SOSYAL AĞ, bilgisayarla hayatların alt üst edilebileceğini ve bir anda pek çok şeyin değiştirilebileceğini göstermekte. Bir yükseliş öyküsü gibi dursa da, arka planda sosyalleştiğini sanırken asosyal olanların arkadaşı bol ama yalnız dünyalarını veren yapım, gizlilik açığı bulunan ve kullanıcılarını kızdırmaya devam eden ‘Facebook’un yaratıcısının ruhundaki boşluğu da vurgulamakta. Uyuşturucu ve alkolden medet uman çalışanlardan oluşan şirketteki çıkar kavgalarını da yansıtan SOSYAL AĞ, günümüz yaşamını şekillendirenlerin içyüzünün özeti!
Mürekkeple yazılan internetin kalıcılığından çok iyi faydalanmasını bilen Zuckerberg, eseri hakkında yorum yaparken, buraya takılan gençler için çok üzüldüğünü belirtip ‘Böyle bir ahlak anlayışına sahip oldukları sürece yaşamaya değer bir dünyamız olmayacak’ demiş! Bu çelişkili tespite ve maddi beklenti içinde olmadığını söylemesine karşın, tek arkadaşı Eduardo Saverin’i ‘Silikon Vadisi’ sermayedarlarına yem yapan dâhinin 25 milyar dolarlık bir imparatorluğun tepesinde oturduğunu hatırlatmakta fayda var.
İçeriğindeki alkol, uyuşturucu, cinsellik ve argodan dolayı ABD’de 13 yaş sınırlaması alan SOSYAL AĞ, ruhumuzun ve sırlarımızın hırsızı ‘Facebook’un oluşum sürecini, ‘Burada insanlar tacize de uğruyor’ diyen ve kendi gözünden bakmadığı için filme destek vermeyen Zuckerberg’e rağmen, merak edenlerin kaçırmayacağı bir yapım! Hele de 500 milyonun üstündeki üyeyi ve basın gösterimindeki kalabalığı düşünürsek…
Anibal Güleroğlu

‘Güneydoğu’dan Öyküler’ yozlaşmaya yenildi!


Show TV’nin beklenen yapımı ‘Güneydoğu’dan Öyküler: Önce Vatan’, nihayet izleyiciyle buluştu! Kanla kazanılan, gözyaşı ve terle korunan vatan toprağını gidip görenlerin yaşamlarını anlatan dizi, baştaki konuşmadan itibaren hemen her ailenin kendinden bir parça bulacağı, yürekleri titreten bir yapım.
Yeni yayın döneminde kaliteli yapımlarla izleyici karşısına çıkmaya başlayan Show TV’nin gerçek yaşam öykülerinden hazırlanan yeni dizisinin ilk bölümünün konusu, hemşire Aylin’le acemiliğini bitirip kalan askerliğini Askeri Hastane’de doktor olarak tamamlayacak olan Oğuz’un kurada çektikleri Şırnak’a gidişleri ve oradaki ortamdı. Onur Tan’ın yönetmenliğini üstlendiği ‘Güneydoğu’dan Öyküler: Önce Vatan’, rollerine adapte olmuş oyuncuların karakterlerini başarıyla canlandırmaları sayesinde çok gerçekçi ve samimi bir anlatıma sahip olmuş!
Yıllardır dinmek bilmeyen bir yaraya parmak basıp duyguları kabartan dizide, ülkenin doğusuyla batısı, birbirini anlamaya çalışan kör ve sağır kardeşlere benzetilmekte! Birbirlerinin söylediğini duymayan, yaptığını görmeyen bu kardeşlerin anlaşmalarının ancak karşılıklı temasla sağlanacağı mesajını veren ‘Güneydoğudan Öyküler: Önce Vatan’, kandırılarak teröre yöneltilen beyinlerin, düşman olarak hedef gösterilenleri yakından tanıyınca hatalarını anlayacaklarını hatırlatıyor. Yanlış öğretilerle kışkırtılıp eyleme girişmenin, sonuçta yine kendi insanına zarar verecek bir yaklaşım olduğunu da sade bir dille ortaya koyuyor…
Reklamla bölünmeden, film tadında verilen ‘Güneydoğu’dan Öyküler: Önce Vatan’, tüm bu olumlu yapısına rağmen ne yazık ki beklenen izlenme oranına kavuşamıyor! ‘Yaprak Dökümü’ ve M. United-Bursaspor maçıyla aynı gün yayınlanan dizinin, bitimin ardından verilen tekrarıyla da gerilerde kalması, izleyici yapısı hakkında bir ipucu aslında. Yozlaşmış konuların ‘öncelikli tercih’ haline geldiğinin açık göstergesi olan bu duruma bakınca, bazı sorunların neden çözülemediğini anlamak daha kolaylaşıyor!
Anibal Güleroğlu

19 Ekim 2010 Salı

Tolga Örnek’ten sıradışı bir film: Kaybedenler Kulübü



Tolga Örnek, yeni filmi ‘Kaybedenler Kulübü’nde aykırı, eğlenceli, başkaldırı dolu hayatlara sahip, iki radyo programı yapımcısının hayatlarını, muhteşem bir oyuncu kadrosu ile beyaz perdeye aktarıyor.

Başrollerini Nejat İşler, Yiğit Özşener ve Ahu Türkpençe’nin paylaştıkları filmde, onlara İdil Fırat, Rıza Kocaoğlu ve Serra Yılmaz eşlik ediyor. Fikri Mehmet Ada Öztekin’e ait olan filmin senaryosu, Tolga Örnek ve Mehmet Ada Öztekin tarafından kaleme alındı. Güçlü, şaşırtıcı ve mizah dolu bir senaryoya sahip olan filmin yapımcılığı, Ekip Film ve Tiglon tarafından gerçekleştirilecek. Aynı anda Red Camera ve Canon Mark II kamerası kullanılarak Türkiye’de çekilecek ilk film olma özelliği de taşıyacak olan ‘Kaybedenler Kulübü’, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Fotoğraf Bölümü ile koordineli bir çalışmanın ürünü olacak.

Alternatif kitaplar basan bir yayınevinin sahibi olan Kaan (Nejat İşler) ile Kadıköy’de bar işleten, çok sıkı bir plak ve efemera koleksiyoneri olan Mete (Yiğit Özşener), 90’lı yılların ikinci yarısında, sanki bir yerde oturmuş konuşuyorlarmış ve kimsenin bundan haberi yokmuş gibi bir radyo programı yapmaya başlarlar. Yaptıkları program zaman içinde hem onların hem de dinleyenlerin hayatını değiştirecektir. Programın şöhreti hızla yayılırken Kaan ve Mete eski hayatlarına aynen devam ederler. Hergün başka kadınlarla yalnızlığını gidermeye çalışan Kaan, aradığı aşkı Zeynep’de (Ahu Türkpençe) bulur ve bu aşkı tutkuyla yaşamaya çalışır; aralarındaki hayat görüşü farklılığına rağmen... Bu arada herkesin ‘kendi kaybını’ bulduğu ‘Kaybedenler Kulübü’, toplumun farklı kesiminden insanları biraraya getirerek adeta bir ‘ortak mahalle’ de buluşturur. Kendi yalnızlıklarıyla bile dalga geçen, sisteme her gün başkaldıran, hayatın kıyısında yaşayan Kaan ve Mete’nin renkli hayatlarını yansıtan programın tutkunları, ‘Kaybedenler Kulübü’nün üyeleridir artık…

‘Kaybedenler Kulübü’, cesur yaklaşımı, farklı anlatım dili ve oyuncu kadrosunun gücüyle, önümüzdeki sezonun en heyecan verici filmlerinden biri olacak. Orijinal film müziği Cavit Ergun ve Can Göksu tarafından bestelenen filmde yer alan şarkılar, ‘Kaybedenler Kulübü’nün orijinal playlist’inden seçildi. Leonard Cohen’den Ferdi Özbeğen’e, Moody Blues'dan Mazhar Fuat Özkan'a, Otis Redding’den Ümit Besen’e uzanan müzikler, filmin benzersiz atmosferine eşlik edecek. Universal Music Taxim Edition’la
yapılan işbirliği ile gerçekleştirilen bu çalışma, ‘Kaybedenler Kulübü’ izleyicilerine uzun metraj bir müzik keyfi de yaşatacak.

Geçtiğimiz günlerde çekimlerine başlanan film, 18 Mart 2011 tarihinde vizyona girecek.
Anibal Güleroğlu

Fatih Akın destekli ‘Çoğunluk’, ürkek bir saptama!


Azınlıkta kalanın hep kaybettiği dünya düzeninde, ne kadar tartışmalı bir kavramdır ‘Çoğunluk’! Hakkaniyet açısından, ortama göre değişen bu kavramın eziciliğiyse her durumda apaçık meydandadır. ‘Güç bende’ diyen ‘Çoğunluk’ için önemli olan hak-hukuk değil, yaptırım gücüdür. Nice arzular, çoğunluğun baskısıyla kişiliklerde susturulur; nice hayatlar, çoğunluğun zulmüyle karartılır! Dışlanmamak için beğensek de, beğenmesek de uyarız çoğunluğun koyduğu kurallara. Uymamakta direnenlerse yok olup gider ‘Çoğunluk’ denilen değirmenin çarklarında. Kısacası, insanlığın varoluşundan beri süregelen bir baskı aracıdır, ÇOĞUNLUK…
Mertkan, babasının inşaatlarına ayaküstü göz kulak olan, açık öğretimle üniversite badiresini atlatmaya çalışıp askerliğini mümkün mertebe geciktiren bir genç! Hayatta kalıcılık adına hiçbir şey yapmayan bu hazır yiyicinin kız arkadaş bulma sorunu da olayın bir başka boyutu. Girdiği ortamlara rağmen ne hikmetse hiçbir kıza kendisini beğendiremeyen Mertkan, gidip gelip hamburger yediği cafenin garson kızına takılır! Hem okuyan hem çalışan kız da, yağlı bir kapı buldum diye, bizim tutuk genci kafeslemeye bakar. Gel gör ki, Mertkan’ın ‘taş fırın’ babası hemen kızın kökenine dalar ve bu ‘mükemmel’ çifti ayırmak için devreye girer…
Yönetmenliğini, daha önce Fatih Akın’ın asistanlığını yapan Seren Yüce’nin üstlendiği ÇOĞUNLUK, tek Türk filmi olarak, Venedik Film Festivali’ne katılmış bir yapım! Fatih Akın’ın jüri başkanlığını yaptığı ‘Venedik Günleri’ bölümünde gösterilen ve ‘Geleceğin Aslanı’ ödülünü alan bu film, 47. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde de ‘En İyi Film’, ‘En İyi Yönetmen’ ve ‘En İyi Erkek Oyuncu’ ödüllerine layık görüldü. Ödüllerin çoğunun ikişer ikişer dağıtıldığı festivale damgasını vuran yapım, ‘Yeni Sinemacılar’ın imzasını taşımakta! Uluslararası Toronto Film Festivali’nde de gösterilen filmin tiyatro kökenli başrol oyuncusu Bartu Küçükçağlayan, ‘Mertkan’ karakteriyle ilgili olarak Radikal’e verdiği röportajda rolünü sadece oynadığını belirtip ‘Çoğunluğun baskısını hissetmek istemiyorum, hissetmiyorum’ demiş!
Onun bu kaygısızlığına karşın, tanıtımlarından okuduğum kadarıyla ÇOĞUNLUK filmi, ‘Altın Portakal’daki galasında izlemeden önce bende heyecan yaratmış ve cesur bir senaryo görme umudu doğurmuştu! Ne yazık ki, donuk bir başlangıç yapan filmin ilerleyen dakikalarında bu beklentim iyice hayal kırıklığına dönüştü. Karşımda, çoğunluğun kendinden olmayanı dışladığını vurgulamak üzere yola çıktığını iddia eden bir yapım değil de paranın gücüyle oğlunu kuklaya çeviren bir babanın kendi kişiliğini bulamamış ezik oğluyla ilişkisi duruyordu. Baba-oğul çatışmasının yanı sıra kadın ezilmişliğini ve parayla polislerin satın alınıp ‘kaza raporu’nun değiştirilebileceğini de satır aralarına sıkıştıran filmde, Doğu kökenlilere yapılan ayrımın yansıtılması komik denecek bir noktadaydı! Bartu Küçükçağlayan’ın oyunculuğuna gelince, ‘Bin Bir Gece’ dizisinde de benzer bir karakteri canlandırdığını ve aşina olduğumuz bu duruşuyla Mertkan’ı oynarken zorlanmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Daha vizyona girmeden para kazanan ve var olduğu iddia edilen sosyal bir çarpıklığı ele alan ÇOĞUNLUK’ta pek çok mantık hatası da mevcut! Mertkan’ın arkadaşlarının Gül’den bahsederken ‘Çingene’ demesini anlamak mümkün değil. Sürekli tekrarlanan bu sıfat İzleyiciye, ‘Bu filmde vurgulanmaya çalışılan, Doğu kökenlilerin mi yoksa Çingenelerin mi mağduriyeti’ ikilemini yaşatmakta! Doğu töresinin kızların okumasını engellemeye yönelik olduğu vurgulanırken de çelişkiler göze çarpıyor. Üniversiteyi kazanacak kadar okuyan bir kızı, akrabalık derecesi bile belli olmayan bir adamın bulup köyüne götürmeye çalışması oldukça saçma. Peki ya Gül’ün açık öğretimde okuyan Mertkan’a uluslar arası mimariden örnekler içeren bir kitap hediye etmesine ne demeli… Üniversitede okuyan biri açık öğretimde mimarlık eğitimi verilmediğini bilmeyecek kadar cahil olabilir mi? İzmit’teki inşaata gönderilen Mertkan’ın durup dururken Doğulu inşaat işçisiyle takışması ve onun kendisine zarar vereceğinden korkması da komedinin ayrı bir boyutu! Tıpkı Gül’ün yanında barındırdığı kızı ‘işe’ çıkartıp dilendirmesi gibi bu ayrıntı da Doğulu vatandaşları aşağılamanın dışında bir anlam taşımıyor…
Askerlik vazifesini, Güneydoğu’ya gidip adam öldürme kahramanlığı olarak algılayıp torununu da oyuncak silahıyla ateş ettiği için övgülere boğan ‘baba’ figürüyle, abartılı saptamalar yapan ÇOĞUNLUK, yanlışa karşı bir yergi mi yoksa övgü mü belli değil. Dolayısıyla teşvikli ödülleriyle sinema tarihinde yer alsa da, amacın net ortaya konmadığı ve ayrıntıların havada kaldığı ‘ürkek’ anlatımlı bir yapım olmanın ötesine geçemediği bir gerçek!
Anibal Güleroğlu

18 Ekim 2010 Pazartesi

MALATYA ULUSLARARASI FİLM FESTİVALİ




‘SİNEMA KÜLTÜRÜ SEMİNERLERİ’ İÇİN KAYITLAR BAŞLADI…


26Kasım-2 Aralık 2010 tarihleri arasında gerçekleştirilecek olan ‘Malatya Uluslararası Film Festivali’ çerçevesinde yapılacak ‘Sinema Kültürü Seminerleri’ne başvurular başladı!
Son başvuru tarihi 10 Kasım 2010 olan ve Malatyalılar’ın, ÜCRETSİZ olarak faydalanabileceği “Sinema Kültürü Seminerleri”nde birbirinden değerli isimlerle buluşulacak. Festival çerçevesinde düzenlenecek olan ve herhangi bir önkoşulun bulunmadığı sinema seminerlerine isteyen Malatyalı sinemaseverler, yaş grubu ya da başka bir sınırlamayla karşılaşmadan katılabilecek.
Yönetmenlik, yapımcılık, oyunculuk gibi sinemanın çeşitli alanlarından sanatçıları, akademisyenleri ve sektörün önde gelen isimlerini sinemaseverlerle buluşturan seminerler, Malatya İnönü Üniversitesi işbirliğiyle gerçekleştirilecek. Sinema üzerine düzenlenecek olan seminerlerle, Malatya’da festival ve sinema kültürünün oluşumuna katkıda bulunulması ve iyi birer sinema izleyicisi olarak kendini yetiştirmek isteyenlere olanak sunulması amaçlanmakta.
Malatya Uluslararası Film Festivali çerçevesinde, Malatya İnönü Üniversitesi’nde 27 Kasım – 1 Aralık 2010 tarihleri arasında düzenlenecek ücretsiz seminerlerde, konular toplamda 9 başlıkta işlenecek. Yoğun bir programa sahip olan seminerlerde katılımcılardan, seminerlerin en az yüzde seksenini izlemeleri, etkinliğin amacına ulaşması açısından büyük önem taşıdığından, zorunlu tutulmakta. Seminerleri başarı ile tamamlayan öğrencilere, seminerlerin bitimi sonrası, yapılacak törenle katılım sertifikaları verilecek.
Seminerlerde konu başlıkları ise şöyle sıralanıyor: ‘Bir Filmi Yönetmek’ ‘Görüntü Oluşturma Sanatı’, ‘Bir Senaryo Yazmak’, ‘Oyunculuk Metodolojisi’, ‘Kurgu: A+B=C midir?’, ‘Türk Sinema Tarihi’, ‘Film Analiz Yöntemleri’, ‘Dünya Sinema Tarihi’ ve ’Sanat Yönetmenliği’. Bu başlıkların ele alınmasıyla, katılımcılar bir filmin oluşumunun tüm aşamalarına ilişkin bilgi sahibi olacaklar.
Festivalin dikkat çekici yan etkinliklerinden biri olan seminerlerde, alanında yetkin isimler yer alacak. Sinema eğitimini Rusya’da tamamlamış, sanat yaşamını bir süredir ülkemizde sürdüren ve birçok başarılı yapımda önemli işlere imza atmış Hayk Kirakosyan, ‘Görüntü Oluşturma Sanatı’ konusunu işleyecek. ‘Tabutta Rövaşata’, ‘Cenneti Beklerken’, ‘Çamur’ ve ‘Nokta’ filmlerinin başarılı yönetmeni Derviş Zaim, ‘Bir Senaryo Yazmak’ üzerine bilgi ve deneyimini katılımcılarla paylaşırken; Türk Sinema Tarihi’ni Övgü Gökçe işleyecek. Gökçe, bugüne dek sinema üzerine teorik çalışmalar, yazarlık ve eğitmenlik yapmasının yanı sıra, kısa film de çekiyor.
‘Bir Filmi Yönetmek’ seminerini ‘Dokuz’, ‘Ara’, ‘Gölgesizler’, ‘Kaptan Feza’ ve ‘Ses’ filmlerinin yönetmeni Ümit Ünal; Film Analiz Yöntemleri’ni, sinema eleştirmeni, roman ve öykü yazarı Mehmet Açar; Dünya Sinema Tarihi seminerini, alanında ülkemizde ve yurtdışında araştırmalar yapmış sinema yazarı Senem Aytaç verecekler. Sanat Yönetmenliği seminerini, bu alanda beyazperde ve televizyonda iz bırakan işlere imza atmış Mustafa Ziya Ülkenciler; ‘Kurgu: A+B=C midir?’ seminerini yine ödüllü işlere imza atmış bir isim olan kurgucu Çiçek Kahraman verecek. Sinemamızın usta oyuncusu İzzet Günay ve son dönemin dikkat çeken oyuncularından Şevket Çoruh ise ‘Oyunculuk Metodolojisi’ seminerinde deneyimlerini paylaşacaklar.
250 kişinin kabul edileceği Sinema Kültürü Seminerleri’ne katılmak isteyen sinemaseverlerin, en geç 10 Kasım 2010 tarihine dek festivalin www.malatyafilmfest.com web adresi üzerinden başvuru yapmaları gerekmektedir. Ayrıca Festival Merkezi’ni arayarak Sinema Kültürü Seminerleri Koordinatörü Turgut Çetinkaya’dan ayrıntılı bilgi alabilirler.
Anibal Güleroğlu

Altın Portakal’ı hak eden, Cengiz Bozkurt!


‘Karagümrük Yanıyor’daki Sıtkı rolüyle TV’de sivrilmeye başlayan, ‘Ezo Gelin’ ve ‘Sevgili Dünürüm’de oyunculuğuyla dikkat çeken, ancak asıl patlamasını ATV’nin severek izlenen ve ne yazık ki yayından kaldırılan dizisi ‘Parmaklıklar Ardında’ki acımasız başgardiyan Ekrem karakteriyle yapan Cengiz Bozkurt, son olarak ‘Kavşak’la sevenlerinin karşısına çıktı. ‘Yeni Kuşak Tiyatro’yla Türkiye’de hiç oynanmamış oyunları sergileyen Bozkurt, tiyatronun TV endüstrisine kazandırdığı bir değer! Oyunculuk kariyerine ODTÜ Oyuncuları ve Metropol Tiyatrosu’nun projelerinde başlayan Bozkurt, Londra Üniversitesi’ndeki eğitiminin ardından TEB Oyuncuları’nda yer almış. Amatör ruhla oyunlar sergileyip yönetmenlik de yapan Bozkurt, yıllarını kültür ve sanatla iç içe geçirirken Londra’da bazı yapımlarda da görev almış!
‘Parmaklıklar Ardında’ dizisinde iç dünyası ve duvarlar ardındaki farklı karakterleriyle ‘temel direk’ haline gelen Bozkurt, aynı başarıyı ‘Kavşak’da da gösteriyor. Sistemin çarklarında acımasızlaşan ve sorguda ölüme sebebiyet vererek görevden alınan bir polisin pişmanlığını sergilerken, aynı zamanda geçim sıkıntısı altında ezilip çocuğunun ihtiyacını karşılayamadığı için hırçınlaşan bir aile reisini de canlandırıyor. ‘Kavşak’ın basın gösteriminin ardından vurguladığım gibi, gösterdiği performansla yan rolde olduğu halde başrolü geçen Bozkurt, ‘Altın Koza’da alamadığı ödüle nihayet ‘Altın Portakal’da kavuştu. Kendisini canlandırdığı karakterle bütünleştirip rolünün gereğini izleyiciye aynen aktaran tiyatro kökenli oyuncu, 47. Uluslar arası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde ‘En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu’ ödülünü ‘Saç’ filminden Rıza Akın’la paylaştı.
Başgardiyanın bu başarısından bahsettikten sonra ‘sonuçsuz’ sonlandırılan ‘Parmaklıklar Ardında’nın müdavimlerinden ‘yapımın devamı için’ yoğun talep geldiğini de hatırlatayım. Bazı sit-com ların yenilenip izleyiciyle buluştuğu ekranlarda, bu sosyal içerikli diziyi yeniden görmek dileğiyle…
Anibal Güleroğlu

16 Ekim 2010 Cumartesi

Kusturica’yla ekşiyen ‘Altın Portakal’ı halk tatlandırdı!


Kusturica’yla ekşiyen ‘Altın Portakal’ı halk tatlandırdı!
Daha başlamadan, Semih Kaplanoğlu’nun Emir Kusturica’nın jüri üyeliğine tepki olarak ‘Bal’ filmini çekmesiyle sorunlara gebe olduğunu hissettiren ‘47. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’, açılış töreninde MHP’li Büyükşehir Belediye Meclis Üyesi Reşat Oktay’ın sözlü protestosuyla iyice gerildi. Protestocunun salondaki CHP’liler tarafından susturulup korumalarca dışarı çıkartılmasının ardından söz alan Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Akaydın, Kültür Bakanlığı’nı da kınayan bir konuşma yaptı. Kültürden sorumlu insanların kültürsüzlüğüne değinen Başkan, Kusturica’nın sanatından dolayı festivale davet edildiğini ve hoşgörüsüzlüğün sinema gibi sanatlarda yeri olmadığını vurgulayarak bu güzel etkinliği, sanata siyaset bulaştırarak, kirletmek isteyenleri kınadı. Törene konuşmacı olarak katılan Can Dündar ise ‘Bu yıl festivalimiz fazlasıyla politize olmuş’ diyerek sözlerine başlayıp sinemanın haksızlığa meydan okumasına değindi. Antalya’yı sinema tarihini aydınlatan bir meşaleye benzeten Dündar, NTV’nin de belgesel kuşağıyla buna katkıda bulunacağını hatırlattı. Bu nahoşluğun gölgesinde Doğa Rutkay’la Hakan Yılmaz’ın sunuculuğunda, ‘Sanatta Sorumluluk’ ödülü alan Müjdat Gezen’in esprileri ve Melike Demirağ’ın şarkılarıyla renklendirilmeye çalışılan ancak vasat bir açılış yapan festivaldeki salon düzeni de evlere şenlikti! Plastik sandalyelere geçirilmiş beyaz örtülerle ‘düğün salonu’ havasına sokulan ‘Cam Piramit’teki ses ve ışık düzeni de Allah’a emanetti. Programın ‘Açılış’a göre hafif kalması bir yana organizasyonda kimsenin kimseden haberi yoktu! Tören bitiminde, Emir Kusturica’nın AKM önündeki alanda konser vereceğinin anonsunun yapılmaması da ‘Tepkilerden korkuldu’ şeklinde yorumlandı…
Bursa’daki festivale de katılan ancak orada tepki görmeyen Emir Kusturica, Antalya’daki bu olayın ardından ‘Hayati güvence’ gerekçesiyle ülkesine dönerken hem ‘47. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin tadını ekşitti hem de fikir ayrılıklarına sebep oldu! Kimileri daveti hata olarak gördü. Kimileri de olaya ‘sanat’ yönünden yaklaşıp protestoyu kınadı. ‘Off Karadeniz’in yönetmeni Nur Dolay da protestonun yanlışlığını dile getirmek isteyenlerdendi. Hazırladığı bültenini Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Akaydın’ın da bulunduğu ‘Basın toplantısı’nda okumak isteyen Dolay, salonda hazır bulunanlardan bazılarının müdahalesiyle susturulmaya çalışıldı. Mustafa Akaydın’ın araya girmesine rağmen konuşturulmayan Dolay’a tepki o denli büyüktü ki, ancak kendisini çevreleyen basın mensupları sayesinde vahim sonuçlardan korunabildi.
Açılışın rövanşı sayılabilecek bu tatsızlıkla iyice gerilen festivale tat katansa halktı! ‘Sanatçı Korteji’yle coşan Antalya, ‘Onur Gecesi’yle de sanatçıları onurlandırdı. Türker İnanoğlu adını taşıyan Yeşilçam Yolu’nun açılışının ardından ‘Cam Piramit’teki törende Safa Önal, Nur Süer, Ertem Göreç, Gülşen Bubikoğlu, Zeki Alasya ve Metin Akpınar ödüle layık görülürken Yeşilçam’da sadece şarkılarıyla var olan Belkıs Özener de oğluyla birlikte konuklara hoş dakikalar yaşattı.
Halkın sahiplendiği festivale, bir destek de Isparta’dan geldi. Sanatçıları gül sularıyla karşılayan Ispartalıların sıcak ilgisi, Anadolu insanının sanat sevgisinin göstergesiydi! Kortejin ardından Mustafa Akaydın ve Isparta Valisi Ali Haydar Öner’in de katılımıyla ‘Süleyman Demirel Müzesi’ni ziyaret eden sanatçılar, İslamköy’de de sevgiyle ağırlandı.
Filmlere yoğun ilgi gösterilen ‘Altın Portakal’da ne yazık ki sinema salonlarının yetersizliği, istenmeyen durumlar yaşattı! Özellikle AKM’nin ‘Aspendos’ salonundaki ses ve projeksiyon kalitesizliği rahatsız edici boyuttaydı. Jüri önünde yapılan ‘gala’ gösterimlerinde bile hoparlör cızırtıları kulak tırmalarken ‘Kar Beyaz’ın gösteriminde sesin tamamen kesilmesi sabırları taşıran son damla oldu. Dakikalarca süren bu aksaklığa zamanında müdahale edilmemesi salonda küfürlü protestoya yol açtı. Bir sanat organizasyonunda ‘Filmin içine s.çtınız’ denmesi kadar dikkat çekici olan bir başka konu da ‘Press’ filminin gösteriminde Kürtçe konuşanlara ‘Lütfen Türkçe konuşun’ şeklindeki müdahaleydi! Yaşanan bu tatsızlıkların yanı sıra sıkça ortaya çıkan teknik aksaklıklar da gösterim programlarının değişmesine yol açtı. Bunun en güzel örneği ‘Saç’ filminin galasının ertelenmesiyle yaşandı; seanslar iptal edilirken kimi salonlara da ek seans konuldu.
Okulları, esnafı ve cezaevini de unutmayan ‘Altın Portakal’ın kapanış gecesiyse açılışı aratacak cinstendi! Festivalin yüzü olan Ebru Akel’in bilmiş fakat acemice tavırlarına Engin Altan Düzyatan’ınkiler de eklenince ortaya tam bir sunum skandalı çıktı. Ödül verecekleri alacaklarla bir türlü sahnede buluşturamayan bu müthiş(!) ikilinin amatörlüğü, Türkiye’ye işlerini bahane edip gelmeyen, Claudia Cardinale’ye ödül vermek için Deniz Baykal’ı sahneye çağırmasıyla doruğa çıktı. Dakikalarca Kadir İnanır’ı ve Deniz Baykal’ı sahnede bekleten Ebru Akel, Cardinale’yle bir garip telefon konuşması yaptı. Ancak tüm uyarılara rağmen, bozuk olduğu gerekçesiyle, telefonun hoparlörünü açmayan Akel’in bu konuşmasını kendisinden başka duyan olmadı! Ödül alan yabancıların teşekkür konuşmalarını tercümeye gerek duymayan veya kendilerince Türkçeleştiren bu dahi sunucular, ödül alan filmlerin kısa tanıtımları gösterilirken de kenara çekilip görüntüyü işgal etmemeyi akıl edemediler. Salonun çoğunluğu tarafından izlenemeyen Hüsnü Şenlendirici ve Özcan Deniz’in programları esnasında, ‘Kapanış Töreni’nde ödül verecek olanlarla ortamdan sıkılıp içeri-dışarı yapanların yarattığı sirkülasyonsa oldukça rahatsız ediciydi! Bu başıboşluk kadar batıcı olan bir başka nokta da uluslararası bir festivale katılanların kılık kıyafetindeki özensizlikti. Şort, tişört ve benzeri salaş giysilerle ortama teşrif edenlerin bu davranışı acaba sapkın bir modernleşmenin mi yoksa saygı yoksunu bir kültürsüzlüğün mü dışa vurumuydu? Bu garabet karşısında bunları düşünürken, Başkan Mustafa Akaydın’ın festivali geliştirme çabalarının nasıl baltalandığını düşünerek üzülmekten kendimi alamadım doğrusu…
Barkovizyonun yetersizliğiyle daha da tatsızlaşan festivalin ödüllerine gelince… Venedik Film Festivali’nde ‘Geleceğin Aslanı’ seçilip 100 bin dolarlık ödül alan Seren Yüce’nin ilk filmi ‘Çoğunluk’, çoğunluğun memnuniyetsizliğine karşın, ‘film, yönetmen ve erkek oyuncu’ dallarında ‘En İyi’ seçilip daha vizyona çıkmadan 600 bin TL toplamış oldu! Festivalin dikkat çekici filmi ‘Press’, ‘Jüri Özel Ödülü’nü alırken oyuncusu Aram Dildar da ‘Behlül Dal Özel Ödülü’ne layık görüldü. ‘Kavşak’ filmindeki performansıyla başroldeki Güven Kıraç’ın önüne geçmeyi başaran Cengiz Bozkurt ise ‘En İyi Yardımcı Erkek’ ödülü alıp başarılı oyunculuğunun karşılığını gördü! Sinan Çetin’in, Kültür Bakanlığı’ndan destek almadan yapıldığını vurguladığı filmi ‘Kâğıt’ ise sadece Ayşen Gruda’ya ‘En İyi Yardımcı Kadın’ ödülünü getirdi.
Son söz: ‘48. Altın Portakal’ın simgesi olacak ‘Martı’nın tanıtımıyla sonlanan festivalde, tüm yaşanan siyasi çekişmelere ve teknik aksaklıklara rağmen, ‘halka dönme’ misyonu çok başarıyla uygulanmış! Ne yazık ki, halkın desteğinin fazlasıyla sağlanmasına karşın ‘Altın Portakal’ın uluslararası boyutu epeyce ihmal edilmiş…
Anibal Güleroğlu

‘Mahpeyker’, devşirme bir kızın yükselişi…


Ulusları titreten bir imparatorluğun sultanı da olsa, iktidarın acımasızlığında kaybolmuş benliğini bazen bir ‘kırık testi’nin anılarında arar insan! Saltanat hırsıyla kıyılan nice canların günahı, kaybolur gider geçmişin masum anılarında…
MAHPEYKER: Kösem Sultan, çocuk yaşında esir düşüp İstanbul’a gelen ve evlatlık verildikten sonra Emine adını alan bir kızın Saray’daki yükselişinin hikâyesi! Bir tesadüfle Emine’yi gören ve âşık olan Sultan 1. Ahmet ona ‘ay yüzlü’ manasında Mahpeyker adını verir. Gelenek ve kuralları hiçe sayarak bu devşirme kızla nikâhlanan Sultan, ne yazık ki Validelerin yalanlarıyla Mahfiruz’a yönlendirilir. Ondan bir çocuk sahibi olan 1. Ahmet, Mahpeyker’in saraydan kaçmaya kalkışmasıyla çevrilen dolapları öğrenir. Sevdiği kadınla ölene dek sürecek mutlu bir birliktelik başlatan Sultan, ona ‘önde gelen, en iyi’ anlamındaki ‘Kösem’ unvanını da vererek önlenemez yükselişinin temellerini atar…
Senaryosu Avni Özgürel’e ait olan, yönetmenliğini Tarkan Özel’in yaptığı MAHPEYKER, Kurtköy’de hazırlanan ve Topkapı Sarayı Harem Dairesi’nin mekânlarını aynı ölçülerde yansıtan platoda çekilmiş. Dekorların yanı sıra kostümleriyle de dikkat çeken yapım, İngiliz Hanedanlık tarihiyle ilgili filmleri aratmayacak kalitede! Bütçesinin 4 milyon TL’ye ulaştığı söylenen filmde Mahpeyker’in yaşlılık haliyle karşımıza çıkan ve oyunculuğunu bir kez daha sergileyen Selda Alkor, ‘Altın Portakal’ tutkusunda ne kadar haklı olduğunu da gösteriyor. Mahpeyker’in gençliğiniyse ‘En İyi Yardımcı Kadın’ ödüllü Damla Sönmez canlandırmakta.
Osmanlı İmparatorluğu’nun en önemli kadınlarından olan ve ‘gizli’ sultanı sayılan Kösem’in hayatının bir özeti diyebileceğimiz MAHPEYKER, tarihe farklı açıdan bakan bir yapım. Osmanlı’yı daima erkek karakterler üzerinden, fetihlere, kahramanlıklara dayanarak anlatanlara karşın Osmanlı’nın kaderinde kadınların ne derece etkili olduğunu ve çevirdikleri entrikaları göstermekte. Osmanlı’nın gördüğü son büyük aşkın kahramanı olmanın yanı sıra, iktidarda etkili son valide sayılan bir kadının sadece saltanatta yaptıklarını değil kişisel dünyasını da ele alan MAHPEYKER, taht kavgasıyla taşlaşan yüreklerin yapabileceği kötülükleri de özet halinde perdeye yansıtıyor. Kadının kadına düşmanlık beslediği Osmanlı Haremi’ne de ışık tutan filmin dramatik kurgusunda, kadını sadece Sultan’ın zevkine hizmet eden bir obje olarak gören yaklaşıma da bir başkaldırı gözlenmekte. Yapımda dikkat çeken olumsuzluklarsa, süre mefhumunun da etkisiyle, olayların net ifade edilememesi ve Mahpeyker’in boğulma sahnesinin kudretli kişiliğini yansıtamayacak derecede sönük kalması! Yeniçerilerin dövüşü de Uzak Doğu filmlerini çağrıştırmakta.
Osmanlı tarihinde ‘kötü’ olarak sunulan ancak, ‘zehrini Saray’a, sütünü ahaliye akıttığı için’ halkın sevdiği ve katlinin ardından bir hafta matem tuttuğu MAHPEYKER, tarihi ele almaya çekinen Türk sinemasının ortaya koyduğu izlenmeye değer bir yapım!
Anibal Güleroğlu

5 Ekim 2010 Salı

‘Son Kabadayı’, ‘Son’ demedi…


Başladığı yerde biterse bir hikâye, bittiği yerde yeniden başlarmış! 40 Sene önce bir bavul ve bir bıçakla trenden inen ‘Son Kabadayı’ Ramiz Karaeski, ‘günah çıkarma’ konuşmasının ardından müdavimi olduğu gara işte bu zihniyetle gitmişti… Kendi torunuyla savaşmak istemeyen ‘Son Kabadayı’, son treni Küçük Ramiz’i yani nam-ı diğer ‘Sekiz’i burada karşılamıştı. ‘Adım çıkmış sekize, acımam ben dedeme’ diyen torun da o meşhur bıçağını kalbine saplamıştı! Bu son sahnenin heyecanıyla yüreği titreye titreye, Ramiz Dayı’nın özlü sözlerinden mahrum kalıp kalmayacağını merak eden izleyici de bir hafta boyunca sabırsızlıkla yeni bölümü beklemişti.
Nihayet o an geldi çattı ve ne hikmetse inlerle cinlerin top oynadığı, bir de hayaletlerin boy gösterdiği tren garından, onca oyalanmaya rağmen ambulansla hastaneye yetiştirilen ‘Son Kabadayı’ için yaşama umudu olduğu ortaya çıktı! Bıçaklanmasının ardından, elini ‘Ezel’e veren Ramiz Dayı, canını ‘Ecel’e teslim etmeye kıyamadı… Sekiz Eylül geçtiği için ‘Sekiz’den ‘Dokuz’a terfi eden Küçük Ramiz, Kenan Birkan’ın silahı olmayı sürdürürken ‘Son Kabadayı’nın ameliyatı da ‘mucizevî’ bir biçimde başarılı geçti. Lakin adam öldürme eğitimi almış bir ustanın, hayret verici bir şekilde kalbi ıskalamasıyla hayatta kalan Ramiz Dayı için asıl tehlike ‘yoğun bakım’ odasındaydı. Manzara evlere şenlik! Steril kıyafetler giymeden ameliyattan yeni çıkmış hastanın yanına dalan Ezel, salya sümük ağlayıp etrafa mikroplar saçıyor. ‘Bizimkiler de eksik kalmasın’ diye düşünen Cengiz’le Ali de ona eşlik ediyor. Ramiz Dayı, senariste sırtını dayayıp ‘Ölümsüz’ olurken onun haline üzülüp Ömerleşen Ezel, ilaçla robotlaştırılmış Sekiz’le karşı karşıya geliyor! Mekânsa, hasta ve personelden arındırılmış hastane koridorları… Eylemden çok söylemle dolu bu anlamsız intikam öyküsünde, ‘Kim saldıysa bizi dünyaya, geri istiyor’ demesine rağmen ayak direyip ölmeyen Ramiz’e karşın, bir bıçak darbesiyle ‘Son’ diyor Sekiz! Senarist onu sevmemiş demek ki!
Anibal Güleroğlu

3 Ekim 2010 Pazar

‘Altın Koza’nın ardından iz bırakanlar…


2004 yılında sinema kanunun da yapılan değişikliğin ardından ivme kazanan Türk sineması, çeşitli festivallerle teşvik edilerek, ilerlemesini sürdürüyor! Bu yıl, Türkiye’nin senaryo ya yönelik tek festivali olan ‘Uluslararası Mardin Festivali’yle çakışan ‘17. Adana Altın Koza Festivali’ ardında pek çok dikkate değer noktalar bırakarak sonuçlandı.
Açılış gecesindeki programda, Türk sinemasının gözünün Oscar’da olduğunun vurgulanması ve geceye şarkılarıyla renk katan Göksel’in bugünün dramatik Türk kadının varlığını, geçmişteki Türk filmlerinin içeriğine bağlaması festivalin başlangıç ayrıntılarıydı! Türkiye prömiyerini yapan ‘Piyanosu Olmayan Kadın’ filmini açılışta izleyiciyle buluşturan ‘Altın Koza’da Atilla Dorsay ve Müjde Ar’ın ‘Onur Ödülü’ne layık bulunması da festivalin kayda değer etkinliklerinden biriydi. Kendisine yapılan eleştirilere karşı sitemkâr konuşmasıyla cevap veren Atilla Dorsay, Müjde Ar’la ilgili bir anısını da, Park Zirve’de düzenlenen ‘Onur Ödülleri Töreni’nde konuklarla paylaştı. Ödül önerisini, görünümü yüzünden başta reddeden Müjde Ar’ın Amerika dönüşü kendisini ödülü alacak formda hissetmesini esprili bir dille anlatan Dorsay’ın, ödülün görünüme değil oyunculuğa verildiğini vurgulaması, sanattan çok dış görünüşle ilgilenenler için iyi bir ders niteliğindeydi!
‘Filistin’de Sinema Yapmak’ söyleşisinde Filistin halkının yaşadığı zorluklar ortaya konurken sonrasında düzenlenen ‘Sevgi Korteji’ne katılan sinema sanatçıları ve konuklar, sanatın coşkusunu halkla paylaştı. Festivalin en önemli etkinliği, Theo Angelopoulos’un, ‘Set Fotoğrafları Sergisi’ ve ‘Balkanların Belleği Söyleşisi’ydi!
Cineplex’lerde karşımıza çıkacak türden olmayan filmleriyle ‘Büyük sinema’ anlayışını doğuran Angelopoulos, 100 yılın hikâyesini yapan bir yönetmen. 20. yy’da yaşananları sorgulayıp tarihten etkilenen yönetmen, tarihi zaman yolculuğu olarak tanımlamakta. İnsan ilişkilerini anlatarak çağımıza ışık tutan bu dünyaca ünlü yönetmen, aynı zamanda politik gerçekliğin arasına mitolojiyi de yerleştirip tarihin kapsamını genişleterek olayları sinemasal hale getirmeyi başarmış bir yetenek! Sınırları, düşleriyle kaldırarak bir metafor yaratan Angelopoulos, ‘Leyleğin Geciken Adımı’nda olduğu gibi, kişinin kendi kendisine ‘İşte sınırı geçtik ama daha kaç sınır geçmeliyiz kendimizi bulmak için’ sorusunu sordurmayı da başarmakta… 60’lı yılları sinemacılar için ‘inanç dönemi’ olarak tanımlayan Angelopoulos, Türkiye ve Yunanistan’da yetişen genç sinemacıların gelecekle ilgili sorgulamalarına da dikkat çekti! ‘Büyük İskender’ filmine kadar sinemasal yolculuğun tarihini anlatan ve büyük harfle yazan yönetmen ‘Kitara’ya Yolculuk’tan sonra kişisel hedefleri öne çıkartmış. Soru-cevap aşamasında, çağdaş sinemayı, Türk ve Yunan sinemasında ‘aile’ kavramını sorgulayan bir dönüşüm olarak gördüğünü söyleyen yönetmen, bunu toplumlarla birlikte değişen aile kavramına ve yoğunlaşan yalnızlık duygusuna bağladı. Atina’da gençlerin ayaklanmasından bahseden Angelopoulos, siyasette yaşanan hayal kırıklıklarının gençlerin bakış açısını nasıl etkilediğini de anlattı. 1922’deki ‘göçmenlik’ tragedyasına da değinen Yunanlı yönetmen, tarihte olanları unutmak yerine onlardan ders alıp geleceğe birlikte bakmanın gereğinin altını çizdi! ABD’nin Irak’a operasyon düzenlediği yıllarda ABD filmlerine boykot çağrısında bulunduğu iddiasını yalanlayan Angelopoulos, ‘iyi sinema’nın her yerde mevcut olacağını söyledi. Bir film için gerekli olan plan süresini ‘bir nefes’le belirleyen yönetmen, ‘sisli manzara’ olarak tanımladığı 21. yy’da ‘cep telefonu’yla da seyredilebilir film yapmanın mümkün olduğu görüşünde!..
‘Altın Koza’nın bir diğer önemli ayrıntısıysa, jüri üyesi Yeşim Ceren Bozoğlu’nu da memnun eden, ‘Kısa Metraj’ ve ‘Belgesel’ler! Bunların arasından, ‘Akdeniz Ülkeleri Kısa Film Yarışması’na katılan ‘Bahar’ oldukça dikkat çekici! Edirne’deki Roman Mahallesi’nde çekimleri gerçekleştirilen yapımda ‘Kakava Şenlikleri’ konu edilmiş. Yabancıları aralarına kabul etme konusunda oldukça hassas olan bu insanların yaşam koşulları ve beklentilerini izleyiciye aktaran ‘Bahar’ aynı zamanda Roman kızlarının çok küçük yaşlarda 5 Bin TL başlık karşılığı evlendirilmelerini ve eğitimden mahrum kalmalarını da anlatıyor. Yurt içinde pek çok ödül alan ve sosyal bir yaraya parmak basan Sezen Çobanoğlu yapımı bu kısa film, ‘Esmer vatandaşsan ikinci sınıfsın’ diyen Romanların özet belgeseli…
‘Altın Koza’da da iki kez ‘En İyi Film Ödülü’ alan ‘Bal’a gelince, ödüle doyamamanın yanı sıra festivale bir ilki yaşatmasıyla da tarihe geçti! ‘Çocuk oyuncu’ dalında ilk kez ödül veren jüri, bu onura ‘Bal’ın küçük oyuncusu Bora Altaş’ı layık gördü. Son anda ödülden haberdar oldukları için Bora’yı getirtemediklerini söyleyen Semih Kaplanoğlu, ödülü küçük oyuncu adına aldı. Yılmaz Güney’in isminin sıkça tekrarlandığı ‘Altın Koza’da, cisminin benzeri mevcutken tek bir filminin bile gösterime girmemesi festivalin en çok tepki alan konusu oldu!

Anibal Güleroğlu