3 Ekim 2011 Pazartesi

‘Bir Kadın Bir Erkek’ ve Bir İnsan Yorumu…

‘Bir Kadın Bir Erkek’ ve Bir İnsan Yorumu…
Hayatında en derin izi bırakan dizi hangisidir diye sorulacak olursa, hiç tereddütsüz vereceğim cevap ‘Bir Kadın Bir Erkek’ olacaktır. Bunun sebebi, ne üç sezondur başarıyla devam edip Türkiye’nin en çok izlenen sit-com’u olması, ne de benim beğenimle ilgili. Bu derin izin nedeni, doğrudan yazı hayatımda yarattığı değişiklikten kaynaklanmakta!
‘Un Gars Une Fille’ adıyla Kanada’da yayınlanmaya başlayan orijinal dizi, ‘Bir Kadın Bir Erkek’ adıyla, Digitürk Türk Max kanalından izleyiciye ‘Merhaba’ dediği günden bugüne yoğun ilgi görmekte. İlker Barış’ın senaryo editörlüğünü üstlendiği yapımda Demet Evgar ve Emre Karayel rollerini başarıyla canlandırmakta. Zeynep ve Ozan’ın, farklı mekânlarda yürüttükleri ilişkilerini, ayrılıkla evlilik arasındaki ikilemin bilinmezliğinde bırakıp tatile giren dizi, 19 Eylül Pazartesi günü 4’üncü sezonun başlangıcını yapacaktı. Biz de gayet masum bir yaklaşımla haberini yazmıştık. Hani ‘Ah keşke yazmaz olsaydık’ mi demeli… Yoksa ‘İyi ki yazdık, her şeyde vardır bir hayır’ mı? Bunu zaman gösterecek. Ancak bu fikir karmaşasına sebep olan yaklaşımın acımasızlığı var ki, işte asıl öfke yaratan mesele o!
Haftanın üç gecesi (Pazartesi, Çarşamba ve Cuma), saat 23.00’te yayınlanmaya başlayan ‘Bir Kadın Bir Erkek’, ada bakıp değerlendirme önyargılarıyla yaşayan beyinler tarafından, muzır olarak algılanabilir. İzleyenler bilir, bu dizide öyle ‘fafenk’, ‘fan fin fon’ gibi kastettiğini gizleyen uyduruk kelimeler yerine ‘sevişme’ sözcüğünü kullanmanın veya üç beş masum sarılma sahnesinin dışında bir edepsizlik olmadığını! İnanmayanlar ve diziyi tanımayanlar, sözlerimin doğruluğunu http://www.sinema.com/film/1-kadin-1-erkek---bolum-25---yatak/125334 gibi sitelerden izleyip bizzat kavrayabilir. Art niyetsiz yaklaşanlar da çok rahat görür, ‘Yahşi Cazibe’ veya eskinin ‘Türk Malı’ şimdinin ‘Âlemin Kralı’ndaki kahramanların akıllarını sürekli yatak olayı ve fantezilerle bozduğunu! Söylemlerinde farklı kelimeler kullanıp niyetleri kamufle eden bu yapımların yanı sıra ‘Kuzey Güney’ gibi erkek bedenini öne çıkartanları da unutmamak lazım. Tecavüz sahneleri barındıranlaraysa hiç girmiyorum. Velhasıl, cinselliğin türlü kullanımı herkese açık kanallarda oynayan dizilerin genelinde boy göstermekte... Beğenilsin ya da beğenilmesin çağın getirisi bunlar. Dolayısıyla her çekilen diziyi ya da vizyona giren filmi, bütününe ve işlenişine bakmadan, sadece birkaç sahnesiyle körü körüne kötülemenin eleştirmenlikle ve ötesinde vicdanla bağdaşır tarafı olamaz. Tabii, zihinsel problemleriniz yoksa!
Hal böyleyken, ‘Asansör sahnesi’ gibi ahlaksızlıkla uzak yakın ilgisi bulunmayan ‘Bir Kadın Bir Erkek’ dizisiyle ilgili sanal ortamda abartılan haberlere bakıp hezeyana kapılan ve bunları asıl niyetlerini açığa vurmada alet olarak kullanan beyinlerin mevcudiyeti hala sürmekte. Biz de, bu tür yaklaşıma kurban gidenlerdeniz. Dizinin tanıtımını yaptığımız için, ‘çizgiyi aşan’ olarak yorumlanıp dışlananlardanız. Hani siyasi görüşlerin kurum çizgisiyle uyuşmadığına çok şahit olduk da, sanat bakışının çakışmasından dolayı emek kıyımı yapılabileceğini ilk kez(yaşayarak) öğrendik. Olaylara ve insanlara samimiyetle yaklaştığımızdan, tek kuruş menfaat peşine düşmediğimizden olsa gerek yüreğimiz ‘köpek yavrusu’ muamelesini hiç anlayamadı. Mantık gözümüzün kavrayıp kabullenmesine zaten imkân yok! Maalesef, tüm kararların tek kişinin diktatoryasında alındığı kurumlarda uygulama böyle. Neyse, ‘Her şerde bir hayır vardır’ diyen büyüklerimizin özlü sözleriyle yapılan haksızlıkları yorumlama yoluna gitmek en doğrusu. Ama bazen düşünüyorum da, adamlığın sudan ucuz olduğu günümüzde, şerler arttıkça hayırlara daha az yer kalıyor. Yine de iyimser bakmak lazım olaylara. Çevremizdekilerden umut kesmemek ve ruhlarımızı öldürmemek adına buna mecburuz çünkü. Kötülüklerin anasının, emeğe saygısız örümceklenmiş beyinlerde gizli olduğunu unutmamak şartıyla… Teşekkürler, ‘Bir Kadın Bir Erkek’… Tanımadığım insan yüzlerini tanımamı sağladığınız için!
Anibal Güleroğlu

Tarık Akan, Aytaç Arman ve Tuncel Kurtiz Altın Portakal’ı “SES”leriyle paylaşacak mı?

48. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali kapsamında; 1979 yılında sansüre karşı tepki, 1980’de 12 Eylül askeri darbesi nedeniyle verilemeyen ödüller, “Geç Gelen Altın Portakal Ödülleri” başlığıyla sahiplerine veriliyor. 1980 yılı En İyi Erkek Oyuncu ödülüne layık görülen Tarık Akan ve Aytaç Arman ile, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülünü kazanan Tuncel Kurtiz’in ödüllerini, filmlerde kendilerine sesleriyle hayat veren Mustafa Alabora, Esen Günay ve Kamuran Usluer ile paylaşıp paylaşmayacakları ise merak konusu.

“Geç Gelen Altın Portakal Ödülleri” kapsamında, her ikisinin de yönetmenliği Zeki Ökten’e, senaryosu Yılmaz Güney’e ait “Sürü” ve “Düşman” filmlerinin erkek oyuncuları ödüle layık görüldü. “Sürü” filminin yanı sıra “Adak” filmindeki performansıyla Tarık Akan ve “Düşman” filmindeki oyunculuğuyla Aytaç Arman; 1980 Altın Portakal En İyi Erkek Oyuncu ödülünü paylaşıyorlar. Ayrıca, Tuncel Kurtiz ise, yine “Sürü” filmiyle 1980 Altın Portakal En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülüne layık görüldü.


Robert De Niro’yu Al Pacino seslendirseydi, Oscar alabilir miydi?

“Düşman” filminde Aytaç Arman’a ünlü oyuncu Mustafa Alabora; “Sürü” filminde ise Tarık Akan’a Esen Günay, Tuncel Kurtiz’e Kamuran Usluer sesleriyle hayat veriyorlar. Dünya genelinde; filmlerde anadilinde, başkasının sesiyle rol alan oyuncular yapımcılar tarafından kabul görmüyor ve oyunculukla ses aynı derecede önemli görülüyor.
Bu bağlamda, Robert De Niro’yu Al Pacino veya başka bir aktör seslendirse büyük ihtimalle Oscar alması mümkün olamazdı. Bizdeyse, oyuncu yetersizliğinden ya da kolaycılığından dublaj yönteminin sıkça kullanılması gayet doğal karşılanmakta ve en az oyuncu kadar filmin başarısında etkili olan seslendirme sanatçıları arka plana itilmekte. Kamera önündekiler en iyi seçilirken onlara hayat verenler unutulmakta. Bakalım bu vefasızlık alışkanlığı 1980 Altın Portakal En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödüllerine layık görülenler tarafından yıkılacak mı?

Anibal Güleroğlu

Altın Portakal’da Özel Gösterimler...

48. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde, ulusal ve uluslararası alandan seçilmiş altı filmin özel gösterimi yapılacak.

Antalya Büyükşehir Belediyesi ve Antalya Kültür Sanat Vakfı (AKSAV) tarafından 8-14 Ekim tarihleri arasında düzenlenecek olan 48. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali programı kapsamında yer alan “Özel Gösterimler”in ardından, film ekiplerinin katılımıyla gala ve söyleşiler gerçekleşecek.

Lazar Ristovski Altın Portakal’da...

Ünlü Sırp yönetmen Lazar Ristovski özel gösterim kapsamına alınan “Ak Aslanlar - Whıte Lıons” filmi için Antalya’ya gelecek. Emir Kusturica’nın ödüllü filmi “Underground”dan tanıdığımız Lazar Ristovski, filmin gösteriminin ardından izleyicilerle sohbet edecek. Ristovski, Akdeniz Üniversitesi öğrencileriyle atölye çalışması da gerçekleştirecek.

“Özel Gösterimler” programı kapsamında gösterimi yapılacak yabancı filmler arasında “Ak Aslanlar”la birlikte:

Michel Hazanavicius’un yönettiği, başrolünde bu yılın Cannes Film Festivali’nde “En İyi Erkek Oyuncu” seçilen Jean Dujardin’in yer aldığı “Artist – Artist”;

Cary Joji Fukunaga’nın yönettiği 2011 İngiltere yapımı “Jane Eyre – Jane Eyre” adlı filmler de yer almakta.

Orhan Kemal’in aynı adlı romanından uyarlanan, yönetmenliğini Murat Saraçoğlu’nun yaptığı; başrollerinde Yavuz Bingöl, Hülya Avşar ve Kerem Alışık’ın yer aldığı “72. Koğuş”; yönetmenliğini Caner Erzincan’ın yaptığı “Mar” ve yönetmenliğini Cemal Yıldırım’ın yaptığı “Anahtar” filmleriyse, “Özel Gösterimler” bölümünün Türk yapımları.

“Özel Gösterim” filmleri, 9 Ekim’den itibaren Özdilek AVM’de sinemaseverlerle buluşacak. Film gösterimlerinin ardından film ekibinin katılımıyla söyleşiler gerçekleştirilecek.

Özel Gösterim Filmleri


72. KOĞUŞ 2010, Türkiye, 104’
Yönetmen: Murat Saraçoğlu
Senaryo: Ayfer Tunç (Bu Filmin Senaryosu Orhan Kemal’in 72. Koğuş Adlı Romanından Uyarlanmıştır.)
Görüntü Yönetmeni: Demian Barba
Kurgu: Mustafa Preşeva
Müzik: Yavuz Bingöl, Fırat Yükselir.
Sanat Yönetmeni: Mustafa Ziya Ülkenciler
Yapımcı: Yavuz Bingöl, Kerem Alışık.
Yapım: Sasin Film
Oyuncular: Yavuz Bingöl, Hülya Avşar, Songül Öden, Kerem Alışık, Ahmet Mekin, Volga Sorgu, Ayça Damgacı, Fuat Onan, Yıldırım Gücük, Ömer Duran, Devrim Saltoğlu, Civan Canova, Nursel Köse, Osman Albayrak, Deniz Oral, Gülsüm Kamu, Hüseyin İlker.

Özet:
Orhan Kemal'in başyapıtı “72. Koğuş” insan onurunun düşebileceği en dipsiz kuyunun öyküsüdür... 1940'lı yıllar, II. Dünya Savaşı'nın etkisindeki Türkiye'nin kıtlık yılları. Cezaevinin 72 no’lu koğuşunda çeşitli suçlardan yatan Adembabalar... İnsan insanın kurdudur dercesine, acıları, insanlığa özlemi, hayata dair düşleri, onuru, aşkları ve kavgaları içerisinde dipsiz bir çukurun içini görüyoruz. En yakınını üç kuruşa satabilecek kadar alçalmışların ve üç kuruşunu sonuna kadar paylaşabilenlerin dünyasıdır bu çukur. 72. Koğuş bir insanlık dramıdır ve kaybettiğimiz değerleri bir tokat gibi yüzümüze vurur.


YILAN – MAR 2011Türkiye,100’
Yönetmen: Caner Erzincan
Senaryo: Caner Erzincan
Görüntü Yönetmeni: Candan Murat Özcan
Kurgu: Erkan Tekemen
Müzik: İlbeği Can Erzincan
Sanat Yönetmeni: Meral Aktan, Dicle Keskin, Erhan Alabaş.
Yapımcı: Caner Erzincan, Mehmet Ali Arslan.
Oyuncular: Volga Sorgu, Yılmaz Şerif, Raşit Saraç, Begüm Kütük, Mahmut Gökgöz, Güray Kip, Yıldırım Şimşek.

ÖZET:
"Sınır" da bir aile… Üç erkek… Güven; salyangoz toplayıcısı, gözü abisinin yürüdüğü yollarda, o da bir yılan avcısı olabilecek mi? Yılmaz; yılan avcısı, babasının ayak izlerini takip ediyor, o da bir kaçakçı olabilecek mi? Hacı Halil; Onun için yürünecek yol kalmamıştır artık. O yollarda bir bacağını kaybetmiştir. Gözü son bir yolda, son bir yolculukta, bu yolu geçebilecek mi? Senaryo; taşrada yaşayan bu üç erkeğin; (çocuk- ergen- yaşlı) fotoğrafını çekmeye çalışıyor.Üçü de yalnızdır ve bu ıssızlığı kapatacak bir sevgi-kadın arayışı içindedir.. Üçü de bu eksikliği tamamlamak için çırpınıp durur. Ama buralarda hırçın olan yalnız doğa değildir... Küçük bir yerde, küçük düşler görmeye çalışan bu insanlar için de hayat her an hırçınlaşabilir.


ANAHTAR, 2011, Türkiye - K.K.T.C. 105’
Yönetmen: Cemal Yıldırım
Senaryo: Ferhat Atik (Bu Filmin Senaryosu Ferhat Atik’in Sonbahar (2006-Roman) İsimli Romanından Uyarlanmıştır.)
Görüntü Yönetmeni: Fuat Sözen
Kurgu: Cemal Yıldırım
Müzik: Aysun Kahraman
Yapımcı: Ferhat Atik, Gökmen Yıldırım, Mesut Yalvaç.
Yapım Preguel Production, Blue Platform Production.
Oyuncular: Hatice Tezcan, Cihan Tarıman, Hüseyin Ağlamaz, Barış Refikoğlu, Barış Burcu, Fevzi Tanpınar, Rıza Şen.

ÖZET:
Anahtar filmi konusuyla, yetmişli yılların ikinci yarısında Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşanan gerçek bir öyküyü bugünde kurgulamaktadır. Film 2010 yılının Ocak ayında İngiltere’nin başkenti Londra’da, şehrin derinliklerine gizlenmiş sessiz bir sokakta başlar. Başrol karakterlerinden biri olan Selim, arkadaşı Necati’nin Kıbrıs’tan getirdiği bir haberle Kıbrıs’a döner. Gerek dönüşü esnasında gerekse döndükten sonra Selim sık sık geçmişi hatırlamaktadır. Bir yıl önce sevgilisi Ümran ile birlikte karıştıkları bir cinayet olayı Selim’in her an aklındadır. Buna rağmen bir an evvel sevgilisine kavuşmak ister. Selim elindeki anahtar ile sevgilisinin evine girer. Ümran evde yoktur. Selim Ümran’ı beklemektedir. Ancak Ümran yalnız gelmez. Ümran’ın yalnız gelmemesi ile Selim kendini bambaşka olayların içinde bulacaktır. Selim, kötü bir çocukluk geçirmiş, çocukluğunda da bir cinayete tanık olmuş bir delikanlıdır. Ümran ise Selim’i kendisine âşık eden, çekici, güzel ve zeki bir kadındır. Selim uzun süre yanında çalıştığı ve baba gibi gördüğü Yavuz isminde bir kitapçı ile onun kadim dostu olan anahtarcı Münir’le zaman geçiren ve onlardan aldığı öğütlerle yaşayan bir kişidir. Ümran ile tanışmasının ardından başına olmadık şeyler gelir ve bir cinayete karışır. Hayatı bu cinayetle değişecek ve filmin akışında izleyiciyi defalarca şaşırtan süreçler yaşanacaktır. Filmin izleyiciyi ardı ardına heyecanlandıran sahneleri yanında, son ana kadar defalarca şaşırtan bir finali bulunmaktadır.

AK ASLANLAR / WHITE LIONS, 2011 Sırbistan 35mm / 93’
Yönetmen: Lazar Ristovski
Oyuncular: Lazar Ristovski, Gordon Kicic, Hristina Popovic, Vuk Kostic, Zorica Jovanovic, Luka Jovanovic, Mirjana Banjac, Nikola Simic, Aleksandar Filimonovic

Dile, 6 yıldır çalıştığı fabrikadan parasını alamamaktadır. Oğlu Gruja işsizdir, sevgilisi eski bir opera şarkıcısı olan Bela ile film çekerek ve evlerde arya söyleyerek geçimini sağlamaktadır. Bir gün Dile, Gruja ve Bela zengin çocuklardan altın ve elmas çalmaya karar verirler...



ARTİST / THE ARTIST, 2010 Fransa, 35mm / 100’
Yönetmen: Michel Hazanavicius
Oyuncular: Jean Dujardin, Bérénice Bejo, John Goodman,James Cromwell, Penelope Ann Miller, Missi Pyle
Hollywood, sene 1927… Erişilmez karizmasıyla George Valentin hem izleyicilerin hem yapımcıların göz bebeği. Ancak sinemada ses kullanılmaya başlanınca bir gecede gözden düşüyor. Yanında bitiveren gencecik oyuncu adayı Peppy Miller'ın gözüyse yükseklerdedir… 2011 Cannes Film Festivali’nde George Valentin rolündeki etkileyici performansı Jean Dujardin’e En İyi Erkek Oyuncu ödülünü getirdi.

JANE EYRE / JANE EYRE, 2011 ingiltere, 35mm / 115’
Yönetmen: Cary Joji Fukunaga
Oyuncular: Mia Wasikowska, Michael Fassbender, Judi Dench, Jamie Bell
On yaşında öksüz kalan, babasını da öldü bilen Jane Eyre, kendisine köle gibi davranan halası tarafından yoksul kızların gittiği katı disiplinli bir yatılı okula gönderilir. On yıl kadar kaldığı bu okula sonunda öğretmen olur. Bir süre sonra da Edward Rochester’ın malikânesinde mürebbiyelik yapmaya başlar. Jane, giderek hayal bile edemeyeceği zorluklar ve acılar yaşayacak, beş parasız ve evsiz barksız kalacak, erkeklerin egemenliğindeki bir dünyada bir kadının tek başına ayakta kalabileceğini kanıtlamak için savaşacaktır...

Anibal Güleroğlu

1 Ekim 2011 Cumartesi

‘Paris’te Gece Yarısı’ masalsı bir tatmin arayışı…


Geçmişe özlem, insanoğlunun vazgeçilmez seremonisi! Dünün bugünden güzel olduğu söylemleriyle anın değerini yakalayamayanlar için, hasreti çekilen bir ‘Altın Çağ’ hep mevcut. Birileri, kullanmaktan vazgeçemeyeceği teknolojik gelişmelerin yan etkilerinden şikayetçi olup 1920’lerin dünyasına kaçmak ister. Bir diğeri, 1880’lerde Fransa’da yaşanan La Belle Epoque yansımalarıyla güzellikleri öne çıkartıp, kadının ve yaşamın keyfini sürmekten yanadır. Bazıları içinse gerçek ‘Altın Çağ’, Rönesans’ın yeniden doğuş heyecanında gizlidir. Bu zincirleme doyumsuzluk sürecinde, hayal gücü olmayan jenerasyonların eskiyi arayışı sürer gider… Ta ki, elde olanın değerini gösteren bir şimşek çakana kadar! Tıpkı PARİS’TE GECE YARISI çıkılan yolculukta olduğu gibi.
‘Eğer benim filmim bir kişiyi daha miskin yaparsa, işimi yapmış olduğumu hissedeceğim’ demiş Woody Allen! Miskinliğin insan ruhundan kaynaklandığını düşünmeden… Komedi türünü, kendine has ince vurgulamalarla yeniden yapılandıran ‘auteur’ yönetmen, her filminde bireysel ve toplumsal zayıflıkları acımasızca iğneleyen; itiraf edilemeyen korkuları espri cambazlığıyla yorumlayan bir usta gibi görünse de aslında insan zaaflarını ve onlardan faydalanmayı çok iyi bilen pervasız bir sinema dehası. Televizyon yazarlığından, yeni bir komedi anlayışı yarattığı Oscar ödüllü ‘Annie Hall’ filmine uzanan kariyerinde değişken ruh haliyle ilerleyen Allen, sonraki yıllarda söylem tarzını geliştirip yapımlarının seyircinin itibarına yönelik olmadığı imajını çizmeye başladı. Özel hayatındaki taciz ithamlarıyla da sansasyon yaratan Allen, her ne kadar üstüne yapıştırdığı farklı ve umursamaz kimliğiyle sinema dünyasında öne çıkmaya odaklansa da, kamufle ettiği üstün olma kompleksi her zaman bir şekilde yapımlarında kendini hissettirdi.
Zekayı, komedyen sunumlu tevazu kurnazlığıyla birleştirip pazarlama becerisi sergileyen Allen’ın bu özelliğinin yanı sıra Ingmar Bergman’ın eserlerinden bolca esinlenişi de dikkat çekici. Kimi yapımlarında konu işleyiş tarzıyla Federico Fellini ve Rus yazar Chekov’a da benzetilen Allen, son filmi PARİS’TE GECE YARISI ile sinemada sıkça ele alınan geçmişe yolculuk konusunu tekrarlamakta. Farklı bir boyut kazandırdığı bu basit konuya Paris reklamını da sokuşturmayı ihmal etmeyen yönetmen, ilk yıllarında ortaya çıkarttığı ‘Sleeper’ filmindeki gibi zaman atlamalarıyla gerçekleştirdiği yapımında, ucuz Hollywood senaryoları yazmanın kıskacında sıkışıp kalan Amerikalı yazar Gil Pender ile nişanlısının Paris ziyaretinde yaşananları öykülemekte. Turizm amaçlı slaytlar gibi geniş açıdan yansıtılan Paris sokakları, bu tanıtım açılışının ardından yaşamın ince detaylarıyla karşımıza çıkartılmış. ‘Yağmur’la vurgulanan romantizm, Bulvar cafelerinin ve parkların gündoğumundan günbatımına akan düzenini gösteren sahneler Paris övgüsünün doruk yaptığı anlar. Bu şehrin herkesin özlem duyduğu yaşanası yer olduğunu, arka sokakların ve hayatın çirkin gerçeklerine inmeden vermeyi tercih eden Allen, yazar Gil karakteri üzerinden 1920’lerin Paris’ine nostaljik bir tur düzenlemekte. Paris’i Baverley Hills’ten üstün tutan bu övgü sağanağında, Paris ‘bitmek bilmeyen bir şenlik’ olarak tasvir edilmekte. Yönetmen, öykünün anlatımında, daima yaptığı gibi, ruhunu eğlendirmeyi ön planda tutar görünse de, kendini aşağılama çaresizliğinden ölüm gerçeğine kadar pek çok konuda saptamalarla iç dünyasına dönük bir hesaplaşma yapmakta!
Fransızca isimleri, orijinal aksanlarını vurgulayarak vermeye özen gösteren senaryoda Bohem hayatı için gerekli olan ayrıntılar, tavan arasında bir ev ve tüberküloz olarak sıralanırken yeni nesle, geçmişle ilgili kalıp bilgi verilmekte. Günümüz çarpıklıklarıyla baş edemeyenlerin asit yağmuru, televizyon gibi olgulara takılı kalmasını esprilerle yadırgayan söylem, cesur ve doğru insanın herşeyle yüz yüze gelebileceği ve mutluluğu yakalayacağı fikri üstüne kurulu. ‘Acayip bir film ama adı aklımda değil’ repliğiyle, üstünkörü film izleyen seyirciyi hedefleyen Allen, ‘çay partisi cumhuriyetçileri’ saptamasıyla da Amerikan yönetimine oklarını yöneltmekte. Ölümün herkese uğrayacağını ama gerçekten dolu yaşayanların bundan etkilenmeyeceğini, ilerleyen yaşının getirisi olarak yansıtan Allen’ın oklarından Amerikan halkının çoğunun bağımlısı olduğu ‘Valium’u da nasiplenmekte. Zihinleri uyuşturarak yaşamın gerçekleriyle yüzleşmeyi engelleyen bu mucize icat ‘geleceğin ilacı’ olarak sunulurken amaç, toplumsal bağımlılığın boyutuna dikkat çekmek! Hizmetçilerin potansiyel hırsız olarak algılanma hatasına ve ‘kopyala yapıştır’ hikayelerle başarıyı yakalayanlara taş vurmayı ihmal etmeyen Allen, Versay’da kaybolan dedektif esprisiyle de basit komediyi örneklemekte.
Gergedanlara takmış Dali’den, dondurulmuş hayvanlarla süslenmiş mekandaki sürrealist düğününe kadar, tarihe mal olmuş isimlerle birlikte çağlar arası bir gece yarısı yolculuğu yaşatan PARİS’TE GECE YARISI, mevcutla tatmin olmak için kafadaki yanılsamalardan kurtulmak gerektiği gerçeğinden yola çıkıp aralarda, Paris’in her devirde güzel olduğunu fısıldamayı ihmal etmeyen bir yapım. Başarılı karakter canlandırmaları ve mükemmel kurgusuyla masalsı bir serüven yaşatan filmin izlenmemesi, özellikle sinemada kalite arayanlar adına kayıp olur.
Anibal Güleroğlu

Hayallerle gerçek arasına sıkışan ‘Korku Evi’…


Geçmişten gelen kötülüklerle geliştirilen öyküler, senaristlerin ana malzemesi. Bilinmezin yarattığı gerilim duygusuna odaklanıp çekici hale getirilen yapımlar, iyi işlendiği takdirde izleyiciye cazip gelmekte. Orijinal adı ‘Dream House’ olan ve senaryosu David Loucka tarafından kaleme alınan KORKU EVİ de bu tür öykü planı çerçevesinde geliştirilen, başarısı tartışmaya açık bir yapım.
Gerçekçi çevrimiyle adı ‘Rüya Evi’ olması gerekirken, korku düşkünü izleyiciyi daha çok çekmek için KORKU EVİ haline getirilen film, geçtiğimiz sezon gösterime giren ‘Zindan Adası’ ve daha eskilerden ‘The Others’ı andıran bir dokuya sahip. İrlanda’nın en başarılı yönetmenlerinden Jim Sheridan’ın karakteristik sinema öğelerini taşıyan yapım, bir yandan aile hikâyesini işlemekte bir yandan da haksızlıklar üstüne kurulu bir cinayet temasını ele almakta. Aileyi, anlaşılması kolay bir birim olarak düşündüğü ve film setlerini de aile ortamına benzettiği için bu kavram üstünde yoğunlaşan Sheridan, özlemini çektiği sıcaklığı çalışmaları vasıtasıyla seyirciye aktarmakta. Senaryonun içeriğiyle desteklenen bu yaklaşım sonucu ortaya çıkan KORKU EVİ, ailesine daha çok zaman ayırmak için editörlük işinden vazgeçen bir babanın rüya evininin resmi! Will’in eve dönüşüyle başlayan gerilimli dakikalar, beraberinde pek çok soru işaretini de getirmekte. Başlangıçta, alışılmış korku filmlerinin ‘gizemli ev, pencerede beliren gölgeler, ses efektleri’ gibi klasik malzemelerle sunulan öykü, gelişme evresinde aile, akıl hastanesi ve geçmişte yaşanan kanlı olaylar üçgeninde farklı bir boyuta taşınmakta. Bilinmezin kilitlerini, geçmişle yaşanan anın gerçeküstü öğeleri arasında bir bir çözen kurgu, bu evrede tökezlemeye başlayıp zayıf bir sonla noktalanmakta. İşte bu noktada da, iyi bir film için gerekenin yönetmen değil senaryo olduğunu söyleyen Sheridan’ın sözlerindeki gerçeklik payı bir kez daha ortaya çıkmakta!
Aile bağları ve cinayet karmaşası üstüne kurulu KORKU EVİ filminin ismine bakıp ‘korku’ beklentisine girenler hayal kırıklığına uğrayabilir. Korku bir yana gerilim dahi yaratmayan bu yapımda, Sheridan’ın tüm gayretine ve oyuncuların başarılı canlandırmalarına karşın boşluklarla dolu senaryonun yetersizliği dikkat çekici. Filmin en zayıf halkası, derme çatma bir dille verilmeye çalışılan finali! Yangından mal kaçırırcasına çözüme ulaşan KORKU EVİ, mesaj kaygısı taşımayan kendi halinde bir çalışma. İlle de bir fikir aktarımı isteyenler için işaret edebileceğimiz noktalar, her yaşanmışlığın özünde aldatmak ve para kavramlarının gizlendiğinin bir kez daha gösterilmesi. Bölge halkının tek derdinin ‘emlak fiyatlarının düşmemesi’ olduğunu vurgulayan replikler ve Amerikalıların pek önemsediği ‘hayat sigortası’ bu hususları öne çıkartan saptamalar. Yangın sahnesiyle iyice bocalayan, mekân konusunda da kısıtlı çerçeveye oturtulan KORKU EVİ, Sheridan’ın çok çaba sarf etmeden yarattığı bir film olarak vizyonda. Yönetmenin ‘Kanlı Pazar’, ‘Sol Ayağım’ gibi eski çalışmalarıyla kıyaslandığında vasatın ötesine geçemeyen film, yeterli hammadde olmayınca ustaların bile çaresiz kalabildiğini çok net göstermekte. Buna karşın fazla incelemeden ve üst seviyede bir beklentiye girmeden rahatlıkla izlenebilir.
Anibal Güleroğlu

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a kızmak…




İnsanları eleştirmek kolaydır. Hele bir de koltuklara oturup hiçbir karşı fikir üretmeden, yapıcılık adına farklı projeler ortaya koymadan ahkâm kesmek çok daha kolaydır. Şu an ülkemizde yapılan da bu! Hoş, geçmişteki tablo da şimdikinden farklı değil.
Mustafa Kemal Atatürk, Cumhuriyet Devrimleri’ni yarattığında bunların kendi çıkarlarıyla bağdaşmayacağını düşünenler muhalefet yapmamış mı? Tarihe geçen kayıtlardan da görülebileceği gibi Devrimlerin kabulü hiç de kolay olmamış. Saraçoğlu Hükümeti’nin ‘Toprak Kanunu’na muhalefetinden dolayı CHP’den ihraç edildikten sonra halka, oyunun gücünü ilk kez tattıran rahmetli Adnan Menderes’in akıbetine ne demeli? Ülkeye getirdiği yeniliklere rağmen tartışmaya fazlaca açık suçlamalarla idam sehpasına çıkartılmasının izahını yapmak mümkün değil. Sorgulanması yasak olan ve dahi ‘bayram’ ilan edilen darbelerle gölgelenen siyasi tarihte, Boğaz Köprüsü’nü ‘İstemezük’ nidalarıyla karşılayıp Süleyman Demirel’i eleştiri yağmuruna tutanları da gördü bu millet… İkinci köprü, döviz serbestîsi, Avrupa’ya açılım gibi yeniliklerin yanı sıra ‘Benim memurum işini bilir’, ‘Anayasa’yı bir defa da biz delsek ne çıkar?’ sözleriyle tarihe geçen Turgut Özal misyonunu da! Kısacası Türkiye’de her yenilik peşinde koşan, artısıyla eksisiyle çağı yakalamaya çalışan, üretken olmayan muhalefetin yumruğuyla ezilmeye çalışılmış. Seçim sandıklarında elenemeyenler, darbelerin balyozuyla alaşağı edilip sindirilmiş. Halkın oylarıyla iktidara taşınanlar, halkın oyları hiçe sayılarak, yönetim oyunundan azledilmiş. Velhasıl bu ülkede iktidar olup da muhalefete yaranmak imkânsız!
Geçmişten günümüze…
1960 darbesini bilmem ama 1980’i hatırlarım. 12 Eylül sabahı, radyodan gelen gür sesle uyanmıştım. ‘Bu askerin türküsüdür. Artık onlar yönetimde’ diyerek, durumu izah etmişti önceki darbeden duruma aşina olan babam. Beni ilk etkileyen sokağa çıkamamak olmuştu. En çok düşündürense, bir gün önce annemin kuyruklara girerek aldığı yağın birden bire bollaşması! O dönemden aklıma takılan ve çocukluktan bugüne hala cevaplayamadığım soruysa, her tarafta boy gösteren anarşinin nasıl olup da 12 Eylül itibariyle bıçak gibi kesildiği… Neyse bunlar derin konular. Darbe devrinin artık kapandığını düşünüp bir daha açılmaması dileğiyle gelelim Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı beğenmeyenlere…
Neymiş efendim, hükümetin yarattığı ortam Atatürk İlke ve İnkılâpları’na aykırı bir düzene geçişin başlangıcıymış! Burada soluklanıp sorgulamak gerek. Bir ülkedeki yerleşik düzeni yıkmak bu kadar kolay mı? Cevap, ‘Evet’ ise o zaman hiç düşünmeye değmez. Çünkü o hararetle savunulan kavramlar zaten asla tam olarak benimsenmemiş demektir. Ayrıca Kurtuluş Savaşı yıllarının uzantısındaki yaptırımların günümüzde hala bir bütün olarak kalması da, değişen dünya konjonktürleriyle bağdaşamayacağını unutmamak lazım. Üstelik büyük çoğunlukla iktidara gelen ve oylarını artırarak bunu sürdüren bir Genel Başkan var bugün iktidarda. Yani yaptığı her şey halkın büyük kısmının iradesiyle örtüşmekte… Bu da gösteriyor ki, başta CHP olmak üzere muhalefetteki partiler halka inmekte yetersiz! Cumhuriyet Devrimleri’nin, halkın dışarıda kaldığı balolarla ya da bir takım hamasi söylemlerle ayakta tutulamayacağı ne yazık ki hiç görülememiş. Halk, anlayacağı dilden konuşan; inancını dilediği gibi yaşayıp gönlünce giyinmesine olanak tanıyan; Marmaray, Çılgın Proje gibi icraatlarla göz dolduran lider istiyor. Tarihin kahramanlıklarına çakılı ezber söylemler, özellikle yeni nesillere artık cazip gelmiyor. Globalleşen dünya düzeninde Türkiye’de klişe muhalefeti sürdürmekte ısrarcı olanlar da, Başbakan’ın ve partisinin itibar hanesini kabartmaktan ve seçim pusulalarında ‘tabela partisi’ olarak yer işgal etmekten öte bir işe yaramıyor.
Darbelere alkış tutanlar demokrasiyi nasıl sağlar?
Bugünün kısır döngüsüne nasıl gelindiğini anlamak için siyaset seyir defterinin ilk sayfalarına göz atmak gerek. ‘Ebedi Şef’ Atatürk’ün vefatının hemen ardından, ‘Değişmez Başkan’ seçilerek ‘Milli Şef’ unvanını alan ve bunu 1946’ya kadar taşıyan İnönü iktidarı yokluklar dönemi! ‘Köy Enstitüleri’nin olumluluğu dışında, fiyatları artan tüketim malları, Aşkale sürgününe sebep olan Varlık Vergileri… Tüm bunlar 2. Dünya Savaşı’nın getirdiği vesikalı yaşamla birleşince ortaya çıkan manzara hiç de iç açıcı değil! 1945’e doğru daha da kötüleşen gidişatla umut kapısı olmaktan iyice uzaklaşan CHP, halkın Menderes’e yönelmesindeki başlıca sebep… DP’nin kurulmasıyla telaşa kapılıp, sendikalaşma vs. gibi göstermelik demokratikleşme hamleleri yapan CHP, bunlara rağmen halkla bütünleşmekten çok uzak. İktidar gücünü korumak için seçim tarihini bir yıl erkene alıp rakibine koltuk şansı tanımamaya yeltenen ancak başarılı olamayan partinin sonraki yıllarda sergilediği tablo aynı yetersizlikte. Halkı kucaklama yönü, seçim meydanlarındaki nutuklardan ibaret kalan bugünün ana muhalefetinin geçmişteki ‘Şartlar tamam olduğunda milletler için ihtilal, meşru bir haktır’ sözü demokrasiye bakış açısına bir karine! Seçilmişe karşı ihtilalı, demokrasiyle aynı kefeye koyan zihniyetin asıl dışa vurumu, darbe sonrası İnönü’den Cemal Gürsel’e giden tebrikte görülmekte… ‘Memleket ve millet için hayırlı bir iş yaptınız. Başarınız için emrinizdeyim Paşa Hazretleri’ sözlerinin demokrasiyi gerçek anlamda isteyen zihniyetlerle bağdaşamayacağı aşikâr! Bu da ülkemizde, gelişmişlik düzeyinde özgür bir yönetimin asla ve asla tesis edilemediğinin göstergesi! Nitekim rahmetli Adnan Menderes, idam edilmeden önceki son mektubunda durumu çok güzel izah ediyor…
‘‘ Sizlere dargın değilim. Sizin ve diğer zevatın iplerinin hangi efendiler tarafından idare edildiğini biliyorum. Onlara da dargın değilim. Kellemi onlara götürdüğünüzde deyiniz ki, Adnan Menderes hürriyet uğruna koyduğu başını 17 sene evvel almadığınız için sizlere müteşekkirdir. İdam edilmek için ortada hiçbir sebep yok. Ölüme kadar metanetle gittiğimi, silahların gölgesinde yaşayan kahraman efendilerinize acaba söyleyebilecek misiniz? Şunu da söyleyeyim ki, milletçe kazanılacak hürriyet mücadelesinde sizi ve efendinizi yine de 1950’de olduğu gibi kurtarabilirdim. Dirimden korkmayacaktınız. Ama şimdi milletle el ele vererek Adnan Menderes’in ölüsü ebediyete kadar sizi takip edecek ve bir gün sizi silip süpürecektir. Ama buna rağmen duam (bu kelimenin üzeri çizilip merhametim yapılmıştır) sizlerle beraberdir.’’
Çözümsüzlükten nemalananlar çözüm üreteni sever mi?
Bu tablonun ışığında, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a yaptıklarından dolayı kızanlara soruyorum… O ve ekibi, beğenin ya da beğenmeyin, projeler üretiyor. Darbelerin bir daha olmaması için gayret gösteriyor… Duble yol, diyor… ‘One minute’ sloganıyla, prim yapıyor… Orta Doğu gezileriyle, liderliğini konuşturuyor… Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun ve benzeri ilginç kazaların üstüne gidiyor… Komşularla iyi ilişkiler kurup ‘kavgacı ülke’ imajından kurtulmak için atılımlar gerçekleştiriyor… Bunları halka sunmayı ve reklamını yapmayı çok güzel beceriyor. Vatandaş da bu coşku seline kapılıp, tüm zamları ve olumsuzlukları unutup oylarıyla kendisini destekliyor. O ve ekibi bunları bir şekilde başarıyorsa suçlayıp taşlamak mı lazım? ‘Ödenen bedel’ diyenlere cevap: Bedelsiz yapabilene bu milletin kolları açık!
Hükümet’e yöneltilen eleştirilerin başında, dış güçlerin kuklası olması yani daha açık ifadeyle vatan satışçılığı gelmesi de yadırganacak bir durum aslında. Cumhuriyet, AKP iktidarıyla mı kuruldu da gelinen noktanın tüm sorumluluğu onlara yıkılıyor? Yakın tarihe bir göz atanlar bağımsızlığımızın Atatürk’le birlikte rahmetli olduğunu ve bu sürecin, 2. Dünya Savaşı sonrası Boğazlar için bastıran Sovyetler Birliği’ne karşı Amerika ve Nato’ya yanaşıldığında başlatıldığını görecektir.
Kore nere, biz nere… O topraklarda yabancıların keyfi uğruna pek çok Türk erkeği şehit düşmedi mi? Biz Kore’de Amerikan kapitalizminin daha iyi yerleşmesi için savaş vermedik mi? Göz boyamacı Marshall yardımıyla bu ülkenin ekonomisi dışa bağımlı hale getirilmedi mi? Avrupa Birliği’ne girmeden imzalanan Gümrük Birliği ya da ‘bir koyup üç almayı’ beklerken uç uç böceği haline geldiğimiz Irak günleri ne çabuk unutuldu? Balkan Savaşı’nda Bulgaristan’a karşı Alman Subayların taktiğiyle hareket eden Osmanlı Sarayı’nın, Bulgarları bize karşı kışkırtanların başında Almanların geldiğini umursamaması gibi, bunlar da balık hafızalarına yollandı herhalde. Yoksa tüm bunlardan da mı AKP iktidarı sorumlu?
Bu basit sorularla bile ortaya çıkan durum, AKP iktidarına dek kimsenin gidişatı düzeltmeye yeltenmediği! Şu hep kınanan ama nedense iktidara gelindiğinde birden unutulan ‘seçim barajı’ gibi konulara diğerlerini engellemek adına sıcak bakmayan Meclis partileri, ülkemizi gerileten ve birilerinin işine yarayan terör konusunda da yıllardır ortak bir çözüm arayışına girmemekte. Sürekli iktidarı eleştiren ve fiiliyatta boşluğun ötesine geçemeyenlere soruyorum… İktidarı bastırmak için ne gibi hamleler sergilediniz? Ucu eldeyken çekilemeyen ipi atmak ya da Madımak’taki insanların yanışını seyrederken suskun kalmak mı icraat? Yoksa isimler üstünden söz dalaşı yaratmak mı? Olmadı, üniversite gençlerini birbirine kışkırtmak mı?
Anayasa’nın hangi maddesinin değişeceği veya yer altı kaynaklarımızın kimler tarafından ele geçirildiği bir zamanlar hastane kuyruklarında inlediği günleri unutmayan… Ya da Resmi Dairelerden ‘bugün git, yarın gel’ zihniyetiyle yollanan vatandaşın umurunda mı? Halk, daha iyi yaşamak adına icraat istiyor! Bunu görün ve Başbakan’a başarısından dolayı kızacağınıza, kendinize hala eski teranelere takılı kaldığınızdan dolayı kızın. Boşa şehit olan evlatların ardından üç beş sözle ağıt yakacağınıza akan kanı durduracak köklü tedbirlerle çıkın ortaya. Kargaşa fırsatçılarına meydan bırakmayacak, bütünleştirici girişimlerle iktidara alternatif olun. Yıllarca kaderine terk edilmiş bölgelerde bugün dökülen kanlar ve yaşanan acılarda, tüm sorumluluğu iktidara yükleyeceğinize biraz da öz eleştiriye ve geçmişle muhasebeye yönelin. İşte bunları yürekten ve samimiyetle yapabildiğiniz an, hem gerçek muhalif hem de iktidara alternatif olabilirsiniz.
Son söz…
Bu satırlar herhangi bir partiyi kayırmak ya da aşağılamak için değil, herkesin insanca ve demokratik bir düzende yaşamasına inanan sade vatandaş bilinciyle yazılmıştır. Kendini bildi bileli kısır çekişmelerle yönetilen Türkiye’de akan kanların durmasını ve birlik-beraberlik refahının yaşanmasını gönülden arzu eden her bireyin, görünen gerçekleri dile getirme yükümlülüğüyle aktarılmıştır.
Üretilen ve önüne konan malı beğenmeyen, daha iyisini ve orijinalini üretip tüketiciye arz eder! Bu bilinç toplumda yerleştiği gün, ne Atatürk İlkelerinin yok olacağı korkusu ne de dış güçlere karşı boynu bükük duruştan eser kalmaz. Siyaset, karalamak ve yandaşlarını iktidara taşımak ya da ‘Ya sev ya terk et’ sloganını yerleştirmek için değil milletin kalkınması, ülkenin dünya nezdinde saygınlık kazanması için yapılırsa anlamlıdır. Gerçek vatanseverlik de budur! Var mı, halkçı-milliyetçi nutuklar atıp iktidarı kınayanların arasında bunu yapacak olan?
Anibal Güleroğlu