30 Haziran 2010 Çarşamba

Bir fenomen; ‘Alacakaranlık Efsanesi: Tutulma’ …


Stephanie Meyer’ın özellikle gençler arasında kültür fenomeni haline gelen kitap serisinden uyarlanan ‘Alacakaranlık Efsanesi: Tutulma’nın Los Angeles’taki Nokia Theatre’da yapılan galası, binanın önünde çadır kurup günlerce bekleyen hayranlarının katılımıyla büyük bir coşkuyla gerçekleşmişti. Kırmızı Halı seremonisinde başrol oyuncularıyla buluşup, plazanın bahçesine kurulan dev ekrandan filmi izleme fırsatını yakalayanlar, kendilerini herkesten şanslı görürken dünya çapında büyük bir izleyici kitlesine sahip olan filmi, ülkemizde de sabırsızlıkla bekleyenler bugün muradına eriyor.
‘Alacakaranlık’ ve ‘Alacakaranlık Efsanesi: Yeni Ay’la yaratılan aşk, kıskançlık ve tutku temaları ‘Alacakaranlık Efsanesi: Tutulma’da intikam ve romantizm duygularıyla harmanlanmış olarak karşımıza çıkıyor! Serinin ilk filminde, 17 yaşındaki Bella Swan’ın polis şefi babasıyla birlikte Washington’a taşındıktan sonra orada sınıf arkadaşı vampir Edward Cullen’e âşık olmasıyla başlayan hikâye ikinci filmde, Edward’ın uzaklara gitmesiyle, Jacob Black’le yakınlaşan Bella’nın aralarındaki arkadaşlığı farklı boyuta taşımasıyla devam etmişti Aşk yönü ağır basan ancak kurt adam ve vampirlerin savaşı olarak süregelen öykünün üçüncü filmindeyse Bella, çok sevdiği bu iki farklı karakter arasında tercih yapma durumunda kalıyor. Seçiminde sadece sevgiyi değil yaşamdan beklentisini de dikkate alan Bella, yarattığı aşk üçgeninde dönüm noktasına ulaşıyor! Vampirin sonsuzluk ve sıra dışılığıyla, kurdun bilgeliği ve insani yaşantısı arasında kalan Bella, tercihini hangisinden yana kullanacağını bilemezken sevgilisinin intikamını almak için, yeni doğan vampirler ordusu kuran Victoria’nın saldırısıyla da karşılaşıyor. Aşkın kimlik ayırımı yapmadığı hikâyede, aşk uğruna ezeli düşmanlar bile el ele verebiliyor…
Serinin en iyisi diyebileceğimiz ‘Tutulma’da aksiyon ve duygu oldukça yüksek! Bella’nın seçimine odaklanan konuda, seçim yapmanın yetişkinliğe adım atmada en önemli aşama olduğu vurgulanmış. Evlilik öncesi ilişkinin değerlerle bağdaşmadığını gençlere empoze eden film, ilişkilerde duygu ve bağlılığın gerekliliğini de ön plana çıkartmış. Görünürde vampir, içerikteyse aşk hikâyesi olan ‘Tutulma’, kurda dönüşen Kızılderililerin onurlu ve özverili felsefesini de yansıtmakta. Kabilenin nasıl kurt adama dönüştüğünü gösteren Kızılderili mitolojisiyle de, savaş kazanmak için ana unsurun güç değil, cesaret ve sevgi olduğu anlatılmış! Aşkı, heyecanı ve yaşam değerlerini iç içe sunan filmde bazı noktaların anlamsızlığı da dikkat çekici! Örneğin, bu vampirlerin diğerlerinden ne farkı var ki, günışığından etkilenmiyor ve görüntü verebiliyor? Ayrıca bedenlerinin içi kristal buzdan oluşmuşken nasıl oluyor da yanabiliyorlar? Tabii buzdan oluşan bir varlığın insani duyguları hissedebilmesi de ayrı bir konu… Kurtların devasa görünümleri ve hareketlerindeki doğallıkla bağdaşmayan kesiklik de cabası!
Tüm bunlar bir yana, dünyayla aynı anda ülkemizde de gösterime giren ‘Alacakaranlık Efsanesi: Tutulma’, uzun süredir bugünü iple çeken fanlarını hayal kırıklığına uğratmayacak nitelikte bir film!
Anibal Güleroğlu

‘Ölüm Zili’, korku amaçlı eleştiri filmi!



Son yıllarda hızlı bir tırmanışa geçen Güney Kore film sektörü, adeta Uzakdoğu sinemasının kalbi haline gelmeye başladı! Dünyada kendine yer edinme yolundaki Güney Kore, bu amaçla arka arkaya filmler üreterek kalitesini yükseltmeye çalışmakta. Ancak ortaya konulan yapımların konuları iyi olsa da, gerek senaryonun işlenişi, gerekse oyunculuk ve sinematografi açısından daha çok uğraşılması gerektiği de bir gerçek. Doğrudan duyguları hedef alan anlatımıyla ve bize benzer kültürüyle dikkat çeken Güney Kore sinemasının ağırlık verdiği temaysa korku!
Yönetmenliğini, senaryoya da katkısı olan, Yoon Hong-Seung’un yaptığı ÖLÜM ZİLİ, korku-gerilim türünün okulda geçen bir örneği! Puchoen International Fantastic Film Festival(PiFan)’da resmi yarışma filmi olarak gösterilen ÖLÜM ZİLİ, 2009 yapımı ‘Fısıldayan Koridorlar’a da öncülük eder nitelikte. Yaratıcılık ve görsellik açısından kıyaslamak mümkün olmasa da, kurbanların öldürülmesi noktasında TESTERE filminin havası da hissediliyor!
Beethoven’ın ‘Fur Elise’ parçası eşliğinde başlayan sınav maratonu, yıl boyunca başarı için didinen öğrencilerin stresindeki son aşamadır. Özel okulda zengin olmanın avantajını yaşayanlar için daha az çileli olan bu dönem, burs kazanmak amacındaki yoksul öğrencilere ağır bir yük getirmektedir. İki taraf arasında gizli bir çekişme yaşanırken öğretmenlerin tavırları da ortamı etkiler. Sınavların bitmesiyle evlerine gitmeye hazırlanan çocuklardan 20 kadarı, ummadıkları bir kursla tatil heveslerini ertelemek zorunda kalır. Gosa-kolej sınavı öncesi, her şeyin İngilizce olduğu bu yoğunlaştırılmış programa katılmaya hak kazanan 20 başarılı öğrenci, bunun aslında kendileri için ‘ölüm oyunu’na dönüşeceğinden habersizdir! Arkadaşlarının bir bir ilginç yöntemlerle öldürülüşüne tanık olan öğrenciler, zamanla yarışıp soruları doğru cevaplamaya çalışırken, sorumlunun okulda ölen arkadaşlarının ruhu olduğunu düşünmeye başlarlar…
Farklı konusu ve sürpriz sonuyla başarılı görünen ÖLÜM ZİLİ, ışık ve görüntü açısından pek de tatmin edici değil! Diğer Güney Kore korku filmlerine göre vasatın üstünde seyreden yapımda, gerilimin yanı sıra sosyal mesaj da verilmekte. İntikamın korkuya dönüştüğü filmde, özel okulların bağış yapan zengin aile çocuklarına tanıdığı ayrıcalıklar gösterilirken okul yönetimleri ve öğretmenlerin yaptığı haksızlıklar da vurgulanmış. Burs uğruna gece gündüz çalışan öğrencilere karşı, zengin çocuklarını birinci yapmak isteyen idarenin soruları onlara önceden vermesi de ele alınmış! Öğrencilerin sadece notlarına göre değerlendirildiği eğitim sistemini ve öğretmenlerin okul idaresince, istemedikleri şeyleri yapmaya zorlanmasını eleştiren ÖLÜM ZİLİ, aslında öğretmen mağduriyetini de anlatmakta.
Gerçek hayatta rahatlıkla karşılaşılabilecek bu haksızlıkları, korkutmayan korku tadında izleyiciye yansıtan filmde, bazı sahneler anlamsız gelirken, bazı sahneler de akıllarda soru işareti bırakıyor! Örneğin, öğrencinin hayaleti neden o kadar zaman sonra ortaya çıkıyor? Ya da akıl hastanesine konup kaçan çocuğu neden kimse aramıyor? Ayrıca oyuncular aşırı donuk ifadeleriyle, korku duygusunu bir türlü yansıtamıyor. Bu eleştirileri çoğaltmak mümkün. Ancak tüm bunlara rağmen Duka Film dağıtımıyla izleyiciyle buluşan ÖLÜM ZİLİ, akıcılığıyla sıkılmadan izlenecek bir seçenek. Bir de gösterildiği sinemanın azizliğine uğrayıp, karanlık atmosfere mahkûm olunmasa daha iyi olacak!
Anibal Güleroğlu

27 Haziran 2010 Pazar

‘Mükemmel Çift’e bu tepki niye?



Efendim bu ne şiddet, bu ne tarafgirlik? Okuyunca gözlerime inanamadım. Yılların köşe yazarı, kendi alanı dışında bir konuya el atması bir yana, o kadar yüklenmiş ki henüz bir bölümüyle Kanal D’de ekrana gelen ‘Mükemmel Çift’ dizisine, sebebini anlamak mümkün değil! Eleştiri, herhangi bir konuda hoş olmayan veya eksik görülen yanların, yapılan yanlışların tarafsız bir gözle görülüp söylenmesi değil midir? Muhakkak ki, ‘yansız eleştiri’ böyle olmalıdır! Fakat ne yazık ki, bunun pratikteki uygulaması çoğu kez ‘takılan gözlüğe göre’ değişim göstermekte. Değerli köşe yazarı, fanatik bir ‘Ezel’ izleyicisi tavrıyla, dizinin, senarist Kerem Deren’in de kabul ettiği gibi ‘Monte Kristo Kontu’ndan uyarlama olduğunu unutarak, yanlı eleştiri ve övgüde bulunmuş! ‘Mükemmel Çift’i çakma sit-com olarak yorumlarken, sanırım onun ilk günden beri ‘The Successfull Mr. And Mrs. Pells’ adlı Arjantin dizisinin yerli versiyonu olduğunun vurgulandığını atlamış. Nasıl ki ‘Türk Malı’, ‘Married With Children’ adlı diziyle benzeşiyorsa; ‘Cuma’ya Kalsa’ dizisi ‘According to Jim’den uyarlamaysa ‘Mükemmel Çift’in de onlardan bir farkı yok! Gelelim dizideki karakter ve oyunculuğun yapmacıklığına… Televizyon dünyasının perde arkası çok mu gerçek ki, onu mizahi biçimde yansıtan dizideki karakterler doğal ve gerçekçi olsun? Oyuncular, rollerinin gereği neyse onu yapmışlar! Peki ya ‘Ezel’de mekân basıp tehditler savuran, kendi intikamı için Ömer’den Ezel yaratan Ramiz Dayı’nın Oscar Wild’dan, Ömer Hayyam’dan alıntılarla bir tür misyon yaratmaya çalışmasının doğallıkla bağdaşır bir yanı var mı? Karşılıklı durup uzun uzun bakışmalar mükemmel bir oyunculuğun gereği mi? Ya da abartılı haykırışlar, vurgulanarak söylenen kelimeler gerçek hayatta kaç kişinin yaptığı hareket biçimi? Maksat, ‘Üzüm yemek değil de bağcı dövmek’ olursa bu kıyaslamaların sonu gelmez…
Burada amaç, bir kanalın ya da dizinin savunuculuğuna soyunmak değil, daha bir bölüm yayınlanmış diziye haksızlık yapmanın yanlış olduğunu vurgulamaktır. Zaten izleyici beğenisini yansıtan reytingler de, ‘Mükemmel Çift’in yazarın yerden yere vurduğu kadar kötü olmadığını gösterir niteliktedir! Yoksa ağacı yaşken kesmek isteyenler bundan mı etkilenmiştir? ‘Ezel’e gelince, eleştirilecek pek çok yönüne rağmen kötü olduğunu söylemek insafsızlık olur ki bu da tarafsız bir eleştirmene yakışmaz! Ancak iddia edildiği gibi, kardeşliği, dostluğu, baba-oğul ilişkisini geliştirecek yönde bir dizi olmadığı da aşikârdır. Aksine, dostluğun ve her türlü değerin çıkar uğruna nasıl kullanılabileceğini yansıtan, intikam hırsıyla dolu bir içeriğe sahiptir, tıpkı orijinalinde olduğu gibi. Yani izleyici öyle ‘ulvi’ duygulardan dolayı ‘Ezel’i beğenip izlemiyor! Bilakis entrikaları, çarpık ilişkileri yansıttığı için reyting alıyor. Netice itibariyle, tüm bu kıyaslamaları yapmadan, ayaküstü çalakalem eleştiride bulunmak, emeğiyle ortaya bir şeyler koymaya çalışanlara karşı haksızlık oluyor! Unutmamak gerekir ki, ülkemizde sinema ve dizi film alanında uğraş verenlerin çabası, köşeden ahkâm kesmekle eşdeğer değil…
Anibal Güleroğlu

25 Haziran 2010 Cuma

PARİS’TEN SEVGİLERLE...



Emperyalizmi ve dünyadaki mutlak üstünlüğünü her fırsatta dayatmayı amaç edinen Amerika, bu doğrultuda Fransa’yı da kullanmaya başlamış! Ülkesindeki Çin mafyası ve uyuşturucudan gelen parayla terörist faaliyetlerde bulunan Pakistanlılarla başa çıkmak için kendisini yetersiz gören Fransa’nın, bu görev için Amerika’ya muhtaç olması PARİS’TEN SEVGİLERLE filminde gözler önüne seriliyor.
Luc Besson’ın kitabından uyarlanan, Pierre Morel’in yönetmenliğini üstlendiği Fransız yapımı bu filmde, Fransa’daki Amerikan Büyükelçiliği’nde görevli alt düzeyde bir CIA ajanının yükselmek için kabul ettiği yeni işinde, acımasız ortağı Charlie Wax ile Pakistanlı teröristlere karşı giriştiği savaş konu ediliyor! Yönetmenin önceki filmi olan TAKEN ile aynı çizgiye sahip görünen PARİS’TEN SEVGİLERLE, tıpkı diğeri gibi yine Paris’te geçiyor. İlkinde Arnavut mafyası ve genç kızlara düşkün Arap şeyhleri işlenirken, bu filmde de Çin mafyası ve Pakistanlı teröristler ele alınmış. İslam ülkelerini kirli işlerin başı ve dünya huzurunun tehdidi gibi göstermeyi alışkanlık edinen Besson, bundan sonraki eserinde Türkleri işlerse hiç şaşmamak gerek!
Müslümanları aşağılamanın yanı sıra Fransızları da sürekli Amerika’nın korumacılığına muhtaç bir ülke konumuna sokan Besson, çok basit bir senaryoda aksiyonla komediyi harmanlamış! ‘Bitirim İkili’nin daha aksiyonlu hali diyebileceğimiz film, ‘From Russia With Love’ benzeri afişiyle de dikkat çekiyor. James Bond havasında yürütülen konuda yine alışılageldiği gibi kötüler cezasını buluyor. Başarılı kurgusu ve hızlı temposuyla göz dolduran PARİS’TEN SEVGİLERLE, John Travolta’nın oyunculuğuyla sıkılmadan izlenebiliyor. Tabii, vasat bir senaryoyu enerji içeceği ve fast food reklamlarıyla donatıp, Amerikan megalomanlığıyla kapladıktan sonra Travolta’nın ustalığıyla seyirciye sunan yönetmenin hakkını da yememek lazım!
Tek başına Çin mafyası ve Pakistanlı teröristleri alt eden Charlie Wax, kendini tanıtmak için ‘Wax on-Wax off’ sloganını kullanıyor. Hayat arkadaşı tabancasıyla attığını vuran, tıraşlı kafası, küpesi ve boynundaki puşiyle ‘Taras Bulba’ havasında etrafa ölüm saçan Wax, Fransız gümrüğüne de haddini bildiriyor. Diplomatik damga altında her şeyin sınırdan geçirilebileceğini de yansıtan film, pek çok sahnesinde inandırıcı olmayı başaramıyor! Travolta’nın iri yarı cüssesiyle binadan binaya atlayışını, parmak ucuyla tutunduğu çatıdan bir hamlede kendini yukarı çekişini izlerken insan hayrete düşüyor! Hele binanın en tepesinden atılan bombanın, hiç sapma olmadan tam zamanlamayla arabanın üstüne düşüp patlaması sinemada her saçmalığın mümkün olabileceğinin örneğini teşkil ediyor. Konuda, pek de aktif olmayan Jonathan Rhys Meyers’ın Pakistanlı teröristlerce neden önemsendiği de anlaşılamıyor. Amerika’nın meşhur ‘uzay gözü’yle yapılan uydu takipleri sonucu yakalananları gördükçe, ister istemez ‘Madem yüce kurtarıcı bu kadar marifetli neden ülkemize de el atıp terörü bitirmiyor’ sorusu akıllara geliyor!
‘Tavşana kaç, tazıya tut’ diyenlerin dünyasında her şey bir yana, kısalığının ve akıcı temposunun avantajıyla izlenebilir olan PARİS’TEN SEVGİLERLE, boş vaktini aksiyonla değerlendirmek isteyenler için tavsiye edilebilecek bir seçenek!
Anibal Güleroğlu

17 Haziran 2010 Perşembe

PLANET 51’deki Amerika…



‘Amerika’ kelimesinin bir ülkeyi, bir devleti temsil etmenin çok ötesine geçip nasıl markalaştığını artık her baktığımız yerde görebiliyoruz! Her yapımda Amerikan bayrağını ve objelerini gözümüze sokanlar, PLANET 51’de de Amerika’nın reklamını yapmaktan geri durmamışlar! Çocukları yönlendirmenin büyüklerden daha kolay olduğunu bilenler, bu amaç doğrultusunda, güzel ve eğlenceli bir animasyon film hazırlamışlar.
Amerika’nın 1950’lardeki yaşantısına benzer bir ortamın hâkim olduğu PLANET 51’de Lem, komşu kızı Neera ile birlikte olma ve işinde ilerleme hayalleriyle günlerini geçirmektedir. ‘Beyin yiyen’ uzaylıların gezegenlerini istila edeceği korkusunun yaşandığı günlerde Kaptan Chuck, uzay gemisiyle geldiği PLANET 51’de hayatı altüst ediverir. Astronot kıyafetleri içinde gemisinden inen Kaptan, kendisini hayretle izleyen yeşil canlıları fark etmeden elindeki kocaman Amerikan bayrağını gururla diker. Bu zafer anının sarhoşluğunun ardından çevresindekileri gören astronot korkudan ne yapacağını bilemez. Onu ‘beyin yiyen’ sanan gezegen sakinleri de aynı paniği yaşar. İzledikleri filmler ve kendilerine söylenenlerden dolayı büyük bir korkuya kapılan PLANET 51 ordusu da astronotun peşine düşer. Gemisine ulaşıp, geri dönmekten başka amacı olmayan, bayrak dikici astronota Lem ve arkadaşları yardım edeceklerdir…
Yönetmen Jorga Blanco, PLANET 51’de, 1950’lerin Amerikasına hâkim olan, yabancılara karşı aşırı hassasiyeti ve sosyal paranoyayı çok farklı bir açıdan işlemiş! O dönemde, özellikle Amerika’yı yönetenlerce yaratılan, terör ve güvensizlik ortamını PLANET 51’e uyarlayan yönetmen, farklı kültürlere yaklaşımdaki korkuyu ve önyargıyı da animasyon karakterlerle izleyiciye aktarmak istemiş. O yıllarda moda olan açık hava sinemaları ve uzay filmleriyle yaratılan atmosferde, konu ters yönden anlatılmış! Sonuçta, özel bilgisayar efektleriyle zenginleştirilen PLANET 51, dünyalıların yani biz insanların başka bir gezegende uzaylı durumuna düşüşümüzü, fantastik macera tarzında sunan bir animasyon film olarak seyirciye sunulmuş! Parlak ve canlı renkleriyle, akıcı kurgusuyla rahat izlenebilir bir yapım olan PLANET 51, uzaylı peşine düşen biz insanların da aslında birer uzaylı olduğumuzu gösteren konusuyla, bu alanda bir ilk sayılabilir.
İroniyle zenginleştirilmiş senaryoda, uzaydan gelen astronot ‘E.T.’ye benzetilirken ona yardım eden gezegenliler de dünyalı çocukların yerini almış! Ayrıca astronotu kaçırmak için herkesin astronot kıyafeti giyip ortaya çıkması da bana, ‘V for Vendetta’ filmindeki sahneyi hatırlattı. Ancak orada o eylem haksızlığa başkaldırı içinken, burada daha çok Amerikan simgesini vurgulamaya yönelik göründü! Karakterlerinin görünüm ve renk olarak Shrek’i andırması da bir başka ayrıntı. Amerika’nın çöldeki gizli üssünü ve ordusundaki kademeler arası güvensizliği vurgulayan filmde, kendisini öldürmek isteyen generali kurtaran korkusuz NASA astronotu motifi de reklam gereği yerini almış! Diğer ülkelerde 2009 yılında gösterime girdiği için çokları tarafından internetten izlenmiş olması da ülkemizdeki gişe açısından olumsuz bir faktör.
Amerika’yı dünyadan sonra uzayda da tek egemen gören zihniyet, PLANET 51 vatandaşlarına bile aynı dili konuşturmuş! Bu sayede İngilizcenin, dünya dili olmaktan çıkıp evrensel bir dil halini aldığını öğrenmiş oluyoruz. Eleştirirken bile propaganda yapmayı beceren Amerikan sinemasının bu animasyon örneği, yine de tatile girdiğimiz şu günlerde çocuklarla birlikte izlenebilecek yegâne film!
Anibal Güleroğlu

Bir Barış Manço Serüveni…


Barış Manço’nun oğulları, Doğukan ile Batıkan, Kanal Türk’teki ‘2. Sayfa’ programına konuk olmuş ve Aksüt ve Can çiftinin kendilerine çok büyük acılar yaşattıklarını anlatmışlardı! Babalarının ölümünün ardından, annelerinin trilyonluk borçla karşı karşıya bırakıldığını söyleyen Doğukan Manço, sıkıntıların üstesinden sevgiyle geldiklerini belirtmişti. O gün kendilerine yapılan kötülüklere isyan eden Manço Kardeşler, en büyük hayallerinin bugün müze haline gelen babalarının evini geri alabilmek olduğunu da vurgulamışlardı…
Küçükten büyüğe her yaştan insana hitap etmesini bilen Barış Manço’nun evini geri alma hayali ve Sibel Can’ın Lale Manço’yu ‘çocuklarına gerçeği anlatmamakla suçlaması’ bir yana bugünlerde sesini tüm dünyaya ‘Barış’ mesajıyla duyuran Manço’nun sevenleri için yeni bir serüven daha başlıyor: Bir Barış Manço Serüveni Senaryo Yarışması!
Medyavizyon ve Müzikotek işbirliğiyle düzenlenen yarışmaya, pek çok kişi Barış Manço rolü için başvuruda bulunmuş bile! Bu yarışmanın hem müzik hem de sinema açısından çok anlamlı olacağını düşünen Lale Manço, ‘Film için pek çok teklif geliyordu. En sonunda içimize sinen bu projeyi hayata geçirdik. Barış’ın hayatını ve yaşam felsefesini bu film aracılığıyla en iyi şekilde anlatmak için her şeyi yapacağız. Barış’ın bir sanatçı olmasının yanı sıra çok yönlü kişiliği tüm dünya tarafından biliniyor. Bu anlamda Barış Manço ile ilgili bir senaryo düşündüğümde sadece ülkemizde değil, Barış’ın sesini duyurduğu diğer ülkeler için de bir anlam oluşturduğunu düşünüyorum’ diyerek görüşlerini dile getirdi.
Barış Manço’yu ölümsüzleştirecek bu dev proje, tüm amatör ve profesyonel senaryo yazarlarına açık ve tür açısından herhangi bir kısıtlama olmaksızın özgür olacak! Uzun metraj senaryo yarışması dâhilinde birinciye 10.000 TL, ikinciye 5.000 TL, üçüncüye de 2.500 TL ve mansiyonlar verilecek. Başvurular, www.medyavizyon.com.tr ve www.muzıkotek.com.tr adreslerinden 24 Eylül 2010 tarihine kadar kabul edilecek.
Anibal Güleroğlu

10 Haziran 2010 Perşembe

Şeytanın doğuşunu selamlayan ANTİCHRİST


Kadını şeytanlaştıran doğasındaki bastıramadığı dürtüleri miydi, yoksa bedeniyle bütünleşerek yanında tutmaya çalıştığı erkeğinin bencil ve ihmalkâr tavırları mı? Doğanın ürkütücü vahşetinde kadın, yalnız ve çaresizdi! Kadınlık ve annelik yolculuğunda, tek başına yürümeye çalışırken, ihtiyaç duyduğu erkeğin egoizmi değil miydi onu tabularla durdurmaya uğraşan? Kadın, sevilmek, paylaşmak ve cinsel kimliğini yaşamak istiyordu. Oysa onun cinselliğinde doğanın verimliliğini değil de şeytanın çeliciliğini görenler, çareyi kadını ‘büyücü’ ilan edip katletmekte bulmuşlardı… Din adına kadınları yok edenler, din adına yaptıklarının günah olduğunu hiç düşünmediler!
Faşizmin ve arî ırkın fikir babası sayılıp Adolf Hitler tarafından anıtlaştırılan, ilahi dinlere düşmanlığını ve Yunan paganizmine özlemini göstermekten çekinmeyen Nietzsche’nin ANTİ CHRİST adlı kitabının Lars Von Trier tarafından sinemaya uyarlanan aynı adlı filmi ülkemizde de vizyona giriyor!
‘Sizi karanlık hayal gücümün perdelerini aralayıp, korkularımın doğasına ve Antichrist’in derinliğine davet ediyorum’ diyor Trier. Yönetmenin, geçirdiği depresyon döneminin ardından, ortaya çıkardığı film, onun için adeta fiziksel ve entelektüel kapasitesinin ancak yarısını kullandığı bir tür terapi! İroni ve alaycılığın ustası, sözünü esirgemeyen, acılardan keyif alan yönetmenin ‘Kaos hüküm sürüyor’ sloganını öne çıkarttığı bu filmde gerçekten de duygu karmaşası yaşanıyor!
Yalnızca iki karakterle yürütülen filmde, oyuncuların usta yorumuyla pek çok olgu bir araya getirilmiş. Sanat yönü tartışılamaz güzellikte olan bu psikolojik gerilimde evlilik, anne sorumluluğu, vicdan azabı, kadının yalnızlığı, kocanın ilgisizliği harmanlanırken yönetmen, pornografiye varan sahnelerde cinselliği, gerilimle örtmeyi başarmış. Neredeyse her sahnede var olan çıplaklık, paranoyanın yarattığı gerilimle fark edilmez hale getirilmiş! İnsanların acı ve şehvet duygularını bir potada eriten Trier, izleyiciyi daha çok etkilemek için, kendini en çok etkileyen imajları ortaya çıkarmış ve tüm sınırları yıkmış. İzleyeni duygusal açıdan sarsan ve ‘Bu gördüklerim neydi’ diye düşündüren ANTİCHRİST, yönetmenin iç dünyasından gelen bir çığlığa dönüşmüş!
Trier, kadını soykırıma uğramış, paranoyak ve kötülüklerin merkezi bir varlık olarak gösterirken, erkeği de aklı başında, olaylara hâkim olup kadını yöneten bir mertebede sunuyor! Hıristiyanlığın doğayla şeytanı eş tuttuğunu iddia eden Nietzsche’yle uyumlu olarak konuyu işleyen Trier, başta doğadan korkan kadını ilerleyen süreçte doğayla bütünleştirip, ondan aldıklarıyla orta çağ büyücüsü halini alan şeytani özgürlükte bir karaktere dönüştürüyor! İsa’nın doğumunu kutlamaya gelen ‘Üç Kral’a karşı, şeytanın kadında doğumunu göstermek için de, doğadan gelen ceylan, karga ve tilkiden oluşan ‘Üç Dilenci’ simgesi kullanıyor. Sonuç olarak, konusuyla olduğu kadar, açılış sahnesi ve müziğiyle de hafızalardan silinemeyecek bir eser ortaya koyuyor!
El kamerasıyla çekilen filmde, kötülük her an sizi kavramaya hazır bekliyor adeta! Öyle sahneler var ki, insan kadın karaktere hâkim olan şeytani duyguları ve erkeğe karşı öfkeyi içinde hissedebiliyor. İzlenebilirlik ya da beğeni tasası taşımadığı kesin olan yapım için, ölçüsüzlüğün doruklarında gezen yönetmenin en karanlık ama bir o kadar da etkileyici filmi diyebiliriz!
‘Ağlayan kadın hile yapan kadındır’!.. Peki ya kadını ağlatan erkek?
Anibal Güleroğlu

5 Haziran 2010 Cumartesi


‘Altın Kelebek’ herkese kondu!
Haliç Kongre Merkezi’nde düzenlenen 37. Altın Kelebek Ödül Töreni pek çok ünlü yüze sahne oldu! Petek Dinçöz, İbrahim Tatlıses, Kenan İmirzalıoğlu gibi ünlülerin Kırmızı Halı’daki renkli görüntüleri sürerken Bebek’ten tekneyle getirilen Bülent Ersoy, Muazzez Abacı gibi konuklar da dikkat çekiciydi. Deniz kenarında düzenlenen kokteylin ardından konuklar salona geçti. Sunuculuğunu Cem Davran ve Burcu Esmersoy’un üstlendiği törenin açılışı, Hande Yener’in ‘Çöp’ adlı parçasıyla yapıldı. Yaşanan acı olaylardan dolayı ağır parçaların seçilmesi, şehitlerimize saygı açısından yerinde bir davranıştı! Ödüllerin dağıtımına geçilmeden önce, hayattan ve duygulardan bahseden Davran ‘Ulen senelerdir bize medeniyet dersi veriyorsunuz. Şurada barbarlık oluyor, bir uyarı bildirgesi için yüzlerce toplantı yapıyorsunuz’ sözleriyle Avrupa’nın İsrail’e karşı tavrını eleştirdi! ‘Altın Kelebek sadece ünlülerin ödül aldığı bir gelenek değil, yaşanmışlığımızın bir bütünüdür’ diyen Davran, emeği geçenlere alkış aldıktan sonra ödüllere geçti. Açılış konuşmasını yapan Enis Berberoğlu’nun ‘Haberciler ışık tutulan yerde olunca rahat edemez. Ben de kendimi gözüne ışık tutulan tavşana benzetiyorum’ demesi ilginçti! Alkışların cılız kaldığı gecede, Ebru Gündeş ilk ödül alan sanatçı oldu. Ardından ilk kez Altın Kelebek alan İbrahim Tatlıses, İsrail için ‘Allah ıslah etsin’ dedi. Sahneye çıkan herkesin şehitlerimizi andığı gecede Yalın da ilk ödülünü aldı. Acun Ilıcalı’ya iki ödül giderken Beyaz’a da ‘En İyi Talk Show’ ödülü verildi. Anılardan görüntülerin ardından ‘Altın Mikrofon Ödülleri’ sahiplerini buldu. ‘Kısacık ömrü korkusuzca yaşayanlardan’ bahsedilen bölümdeyse hayata iz bırakanlar anıldı. ‘Geniş Aile’nin En İyi Komedi Dizisi seçildiği törende Kenan İmirzalıoğlu En İyi Erkek Oyuncu, ‘Ezel’ de En İyi Dizi seçildi. Işın Karaca, Mor ve Ötesi, Hande Yener, Ferhat Göçer ve Emrah’ın şarkılarıyla verilen müzik aralarında salon hareketlense de konuklar, diğer törenlere nazaran daha saygılıydı. Ancak törenin sonuna doğru salonun boşalmaya başlaması dikkatlerden kaçmadı. Burcu Esmersoy’un sanatçıları ‘koşar adım’ sahneye davetini de anlamak mümkün olmadı. Altın Kelebek’in herkese konduğu gecede, Özel Ödül Nükhet Duru’ya; Yılın Olayı Ödülü de ‘Nefes’ filmine gitti! Tören, geceyi ‘derkenar’ etmek için, ödül alanların topluca resim çektirmesiyle sona erdi.
Anibal Güleroğlu

‘Parmaklıklar Ardında’ adaletin aczi!


‘Sabrın sonu selamettir’ ama sürekli kendini tekrarlayan dizileri izleyenler için geçerli değil! İstediğimiz kadar yakınalım, senaristler bildiğini okumaya devam ediyor. Tamam, her hafta 90 dakikalık konu bulmak zor! Ancak ‘Diziyi saçmalama pahasına uzatacağız’ diye bir kural da yok! Başta heyecan ve beğeniyle izlenen, hapishane ortamını ekrana yansıtıp sosyal bir yaraya da parmak basan ‘Parmaklıklar Ardında’, yeni sezonda da devam edebilmek adına eski kalite ve çizgisini iyice kaybetti. Keyfi bahanelerle, canı isteyince hapishaneyi terk etmeye alışan Müfettiş Ahmet Bey, savcıya görevden el çektirtip, müdürlüğü de vekâleten Kemal Bey’e teslim ettikten sonra yangından mal kaçırırcasına gitti. Haksız da değil çünkü ‘Hanımın Çiftliği’nde Güllü onu bekliyor! Onun huyunu bilen Tansel Hanım da Sinop’ta kalıp geri dönüş için hazırlanıyor. Aşktan başı dönen acemi müdür Kemal Bey, Ekrem’in dosyasını işleme koymak yerine, hakkındaki şikâyeti kendisine okutup çekmeceye bırakıyor. Kumpasta rakipsiz Ekrem’i bile şaşırtmayı başaran Tansel Hanım, normalde neticelenmesi epeyce zaman alan ‘göreve iade’ taleplerinin aksine, jet hızıyla işbaşı yapıp Kemal Bey’in yerine Ekrem’i atıyor! ‘Yetti artık, bu sahneleri daha önce de görmüştük’ diye düşünürken dizide olanlara en güzel yorum Ekrem’den geliyor. ‘Yap-boz’a dönen idari düzene bakan Ekrem’in, ‘Tahterevalli gibi bir şey bu ya, bir yukarı bir aşağı’ sözlerine, Tansel Hanım ‘Eee, idari işler böyledir. Ketum ve hızlı olan kazanır’ karşılığını veriyor. Savcının cevabı, izleyenin aklına ‘Bu cezaevinin olduğu diyar-ı garabette kanun yok mu’ sorusunu getiriyor! Göreve dönmek için yukarıdan desteğin yettiğini; suçlamaların, dosyaların unutulup gittiğini ima eden dizi, hukuk sistemiyle dalga geçmeyi sürdürürken ufukta daha çok zulüm tekrarı gözüküyor. Adaletin aczinden ‘Af çıksa da topyekûn kurtulsak’ diyenlerin dilindeki türküyse: ‘Adana’nın yolları dar, adaletsiz parmaklıklar ardında milletle alay var’.
Anibal Güleroğlu

EV, oyunun korkuya dönüşümü!


EV, oyunun korkuya dönüşümü!
Yapay bir ortamda, olduklarından farklı görünmeye çalışan insanların sahte yaşantılarını izlemek kime ne kazandırır? Hiç tanımadığı bu kişileri televizyondan değerlendirip puan vermek bir zaaf mı? Bunlara cevap olan EV, şovların topluma etkisini irdelemekte!
EV programında, 100 gün yaşamayı kabul eden yarışmacıların hayatı, eleme günü içeri girmeyi başaran bir saldırganla değişir! Yapılanları sahte bulup oyunu kendi kurallarına göre oynamak isteyen bu eğitimli saldırgan, emniyet güçlerini de çaresiz bırakır. EV sakinleri artık onun oyuncağıdır…
Psikolojik-gerilim türü filmin senaryosu Caner-Alper Özyurtlu kardeşlere ait. Bir zamanlar ilgi gören Biri Bizi Gözetliyor programından yola çıkılarak yaratılan EV’in yönetmen koltuğunda da yine bu iki kardeşi görüyoruz. ‘Elveda Rumeli’ dizisinin ‘Ispanak Namık’ı Caner Özyurtlu amaçlarının bu tarz şovları eleştirmek olduğunu söylüyor! Tiyatroculardan oluşan oyuncu kadrosunda kuşkusuz en büyük görev Deniz Celiloğlu’na düşmüş! Filme, tamamen hâkim olan Celiloğlu, sapık görünümlü ama gerçekte toplumu kendi ikiyüzlülüğüyle karşılaştırmayı hedefleyen, saldırganı mükemmel bir şekilde canlandırıyor. Özyurtlu kardeşlerin ilk yönetmenlik denemesi olan filmde Okan Bayülgen, Ece Üner, Oğuz Haksever gibi televizyoncular da konuk oyuncu olarak yer alıyor. Reality şov atmosferinde geçen filmde oyuncuların psikolog danışmanlığında rollerine hazırlanmış olmaları da gerçekçilik açısından önemli bir ayrıntı! Kadrosu ve çekimi başarılı olan EV’in tek eksiği, reklamının yeterince yapılmamış olması!
Kurgusu, çekimi ve dekorasyonuyla gerçek bir televizyon programı formatında yürütülen yapım, 1,5 saat seyirciye gerilimi hissettirmeyi başarıyor! MY LITTLE EYE’a benzeyen film, bu tür programların sosyolojik sapkınlığa varan boyutuna da değiniyor. Kolaycılığa kaçan televizyonculuk anlayışına eleştiri getiren ve seyirciyi, bunları neden izlediğini düşünmeye iten EV, bu şovlarda ünlenip, program bitiminde ortada kalan insanların psikolojik çöküntülerine de dikkat çekiyor! ‘Oyunu kimin başlattığı değil, kimin bitirdiği önemlidir’ sloganıyla yola çıkan EV’i fragmandan değerlendirmemek ve korku filmi olarak görmemek gerek. Önyargıyla ‘Biz gerilim filmi yapamayız’ diyenler, filmin tamamını izlediklerinde yanıldıklarını göreceklerdir!

Her şeye rağmen YAŞAMAYA DEĞER!

Ölüm hepimiz için kaçınılmaz bir sondur. Yaşamın değiştirilemez gerçeğinde önemli olan, nasıl öldüğün değil ölümden önce nasıl yaşadığındır! Muriel Barbery’nin ‘L’Elegance du Herrison’ adlı romanından uyarlanan YAŞAMAYA DEĞER, insanların kendi dünyalarındaki yalnızlığına değiniyor. Dram-komedi türündeki film, zahmetsiz yaşayanların fikir karmaşasıyla boşluğa düşmelerini ele alırken, ‘kavanozdaki balık’ olmaktan bıkanlara ölümün soğuk yüzünü gösteriyor! Aklı karışık küçük bir kızın gözünden yaşama bakan film, mutluluk için lükse gerek olmadığını anlatıyor. İntihar teşvikçiliğinden dolayı, etkileyici örnek olacak filme küçüklerin gitmemesi daha doğru!
Anibal Güleroğlu

‘Haberler’ teröristin propagandası olmamalı!


‘Haber programlarında haber yok’ diyen bir izleyici, ‘Haberler’in magazin üslubuyla ve uzun uzun verilmesinden şikâyetçi. Gerçekten de habercilik anlayışından uzak olan ‘Haber Bültenleri’ gelişmiş ülkelerin aksine, bıktırıcı ve şiddet dolu! Günlerdir her kanalda defalarca verilen ‘gemi baskını’ artık olayın vahametini göstermekten ziyade, zaman doldurma ve reyting kapma aracına dönüştü. Kuşkusuz İsrail’in yarattığı vahşetin büyüklüğü yadsınamaz. Ancak bunu durmadan tekrarlayıp, halkın duygularını istismar etmek de yanlış. Bu ortamda esip gürleyenlerin üç gün sonra yön değiştirecekleri ortadayken, ülkenin gündemini tamamen unutup sadece bu olaya yoğunlaşmak ‘kraldan çok kralcılık’ sayılmaz mı? Unutmamak gerekir ki, bu saldırı sadece bizim değil konvoydaki tüm ülkelerin meselesidir. Hele Başbakan’ın dostu Berlusconi’nin bile Birleşmiş Milletler’de ‘hayır’ oyu verdiğini düşünürsek soluklanmak gerektiğini daha iyi görürüz! Habercilere düşen görev, artık bu olayı Türkiye-İsrail çatışması olarak göstermekten kaçınmaktır.
‘Haber Bültenleri’ndeki bir diğer sakınca da, ülkemizdeki terörizm vahşetinin, her an ayrıntılı olarak verilmesidir! ‘Terörist faaliyetler İmralı’dan gelen mesajla arttı’, cümleleriyle adeta teröristlerin reklamına dönüşen haberler, toprak bütünlüğümüze göz dikenlerin ekmeğine yağ sürer hale gelmiştir. Özgür habercilik gerekçesiyle, terör örgütünün adını hafızalara kazımayı başaran televizyoncular, bölücülerin çaba harcamalarına gerek bırakmamaktadır! Şehitlerimizin acılı ailelerini, yersiz sorularla ve görüntülerle verenler, onların özel hayatlarını da trajik bir üslupla yansıtıp kendilerine pay çıkartmaktadır. ‘Nefes’ filminde de söylendiği gibi, 45 saniyede adları anılıp sonrasında öykü olan şehitlerimizin bu şekilde ekrana getirilmesi, sıcak savaşta bildiriler atıp halkın moralini bozan düşman taktiğine benzemektedir! Tek fark, burada propaganda aracının bizdeki ‘magazinsel habercilik’ anlayışı olmasıdır.

Anibal Güleroğlu